31 Temmuz'da Köln'de yapılan "Darbeye Karşı Demokrasi Mitingi"ne ait fotoğraflar şaşkınlığa yol açmaya, hatta rahatsız etmeye devam ediyor: Aralarında muhtemelen birçok Alman vatandaşının da bulunduğu on binlerce kişi başka bir ülkenin, Türkiye’nin bayrağını sallıyor. Arada birkaç Alman bayrağı bu Türk bayrağı denizinin monotonluğunu bozuyor, ancak sayıları dikkate alınmayacak kadar az.

Bu görüntü karşısında zorunlu olarak şu soruyu sormak gerekiyor: Köln mitinginde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için sokaklara dökülen Türk kökenliler hangi ülkeye, hangi hükümete bağlılık hissi içindeler? Bir darbe girişimini fırsat bilerek, kitlesel tutuklamalar, özel mal varlıklarına el koymalar ve seyahat yasakları ile çoğulculuğu, hoşgörüyü, ifade özgürlüğünü ve demokrasiyi alt üst eden bir devlet liderine tezahüratta bulunan insanların ne gibi siyasi ideallere sahip olduğu da, yöneltilmesi gereken başka bir soru.

“Biz” denilen kim?

Erdoğan’a destek verenlerin bu politikaları onayladığı gayet aşikâr. Bunun ise sayılan değerlerin Almanya’da arkasında duran herkesi tedirgin etmesi gerek. Bu değerleri çok önemli bulmayanların birçoğu için, başvuru yoluyla ya da doğumda Alman vatandaşlığını elde etme imkanının bulunması, hukuk devleti ve demokrasi için ne kadarlık bir risk anlamına geliyor?

Erdoğan’a tezahüratta bulunanların Ankara’nın "beşinci kolu" olma ihtimali ya da muhtemelen çoktan oldukları izlenimi, kolay kolay görmezden gelinebilecek bir durum değil. Erdoğan’ın 2008’de Köln’de yandaşlarına seslendiği konuşma hâlâ hafızalarda taze. Erdoğan burada “Neden bizim Almanya'da, Hollanda'da, Belçika'da ve diğer Avrupa ülkelerinde belediye başkanlarımız olmasın, neden siyasi partilerde temsilcilerimiz olmasın, faaliyet gösteren gruplarımız olmasın? Neden bizim Almanya Parlamentosu, Avrupa Parlamentosu'nda daha çok temsilcimiz olmasın?” sorusunu yöneltmişti. O zaman “biz” denince kimin kastedildiğini de sormak lazım. Erdoğan kendini Almanya Türkü olarak mı görüyor? Herhalde hayır. Peki, ne olarak görüyor o zaman? Herhalde Türk olarak, Türk politikacı olarak. Fakat bu da, Almanya’da, Almanyalı Türklerin yardımıyla dış politika yürüttüğü anlamına geliyor. Bu olamaz.

Zorunlu olarak bağlılık krizi çıkacaktır

Çifte vatandaşlığa karşı buna ek olarak başka temel argümanlar da söz konusu. Devletler kendilerini çıkarları üzerinden de tanımlar. Bu çıkarlar için söz konusu devletlerin vatandaşları birbirinden farklı yollarla devreye girer. Vatandaşların siyasi görüşleri farklı olabilir, ancak herkesin ortak devletin çıkarları doğrultusunda hareket etme niyetinde olduğundan yola çıkılabilir.

Ama işte yaklaşım çifte vatandaşlık söz konusu olunca bir ikilem doğuruyor. Çifte vatandaş olanlar, devletlerin farklı çıkarları olduğu zaman nasıl hareket edecekler? Zorunlu olarak ya bir devletin ya da diğer devletin çıkarlarından yana tavır koymak zorunda kalacaklar. Tercihleri ne olursa olsun, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, hep yabancı bir devletin vatandaşı ve bu devletin çıkarlarını örneğin sandık başına giderek koruyan seçmen olarak görülecekler.

Kökten bir risk

Aslında bu durum devletler genelde ortak çıkarlar ve ortak bir dünya görüşü paylaştığı sürece bir sorun teşkil etmiyor. Ama bu şartlar mevcut değilse, çifte vatandaşlık siyasi bir risk oluşturuyor. Buna izin veren devletler egemenliklerinin bir kısmını riske atıyor. Hatta devletin çıkarlarını değil korumak, onlara karşı mücadele veren vatandaşlarla karşı karşıya kalınması bile mümkün.

Yıllar önce devletler hukuku uzmanı Ernst-Wolfgang Böckenförde “Özgürlükçü, seküler devlet, garantisini veremeyeceği şartlardan yaşar” ifadesini kullanmıştı. Bu, devletlerin söz konusu özgürlükler için mücadele eden vatandaşlara muhtaç olduğu anlamına geliyor. Ancak farkli siyasi ve kültürel şartların hakim olduğu bölgelerden gelenlerin sayısının giderek artığı günümüzde, bu artık giderek daha az rastlanan bir durum haline geliyor. Çifte vatandaşlık böylelikle devasa bir risk haline geliyor. Bu yüzden de kaldırılması gerek. DW/Kersten Knipp