“Gülmek... Dünyanın

en incelikli müziği.[1]

Thomas Carlyle’ın, “Gülmesini bilmeyen bir insan yalnız ihanet etmekle kalmaz, kendi hayatı bile bir ihanettir”...    

Victor Borge’un, “Gülümseme iki insan arasındaki en kısa mesafedir”...

Stanislaw Jazek’in, “Bana bir toplumun neye güldüğünü söyle sana ne için adam vurabileceklerini söyleyeyim”...

George Santayana’nın, “İnsanın tek gerçek özsaygısı kendisiyle dalga geçme yeteneğine sahip olmasından gelir”...

Edith Piaf’ın, “Gülmek ve sevmek ısmarlama olmuyor”…[2]

Chuck Palahniuk’un, “Yalnızca gerçek bir gülüşü uzun süre koruyabilirsiniz; ondan ötesinde görünen sadece dişlerinizdir”...[3]

Alenka Zupancic’in, “Komedi, sadece felsefe içindeki anekdot kabilinden bir sorun değil, aynı zamanda içkin olarak felsefi bir sorundur,” saptamalarıyla betimlenen “Gülmek” eyleminin tiyatrodaki karşılığı deyince ilk anımsadıklarımız Nejat Uygur, Erol Günaydın, Metin Serezli, Müjdat Gezen’dir.

* * * * *

“İrlandalı oyun yazarı Sean O’Casey, ‘Gülmek ruhun şarabıdır’ demişti. ‘Şöyle en hasından bir gülümseyiş, katıla katıla gülmek ya da kahkahayı patlatmak, hayatın yaşanmaya değer olduğunun şen şakrak ilanıdır.’

Nejat Uygur’un ölüm haberini ardından, O’Casey’nin bu sözü geçti aklımdan. Uygur, kaynağını bizim geleneksel tiyatromuzdan, tuluattan aldığı uzun sahne yaşamı boyunca katıla katıla güldürdü insanları.

Belki güldürü tiyatrosunun özünde var olan kökten toplumsal ve siyasal eleştiriye pek yanaşmadı, gündelik politikanın çarpıklıklarına küçük dokunuşlarla yetindi; ama Lord Byron’ın deyişiyle ‘en ucuz ilaç’ olan gülmeyi sundu hep seyircisine. Hiç gülemeden ölüp gidebilecek pek çok insan, hiç değilse onu izlerken bu fırsatı yakaladı…

70’ler çok geride kaldı. Dümbüllü’den Charlie Chaplin’e uzanan çizgide Uygur tekti, benzersizdi...  ‘Ne’ oynadığı değildi önemli olan. Önemli olan sahnede var olma biçimiydi. O hem bir ‘kahramandı’ hem de ‘anti-kahraman’... Ezen ve ezilen... Hangi role girerse girsin, önce Uygur’du.”[4]

“Hayat geçiyor ağlamakla gülmekle, ben zaten bir komiklik yaptım böylesine bir dünyaya gelmekle,” diyen Uygur, 19 Kasım 2013’de son yolculuğuna uğurlanırken, “Cenazemi mehter marşıyla kaldırın ki yavaş yavaş gideyim” ve “Mezarıma yangın söndürme tüpü koyun, cennete gidecek değilim ya” diyen vasiyeti bırakmıştı ardında…

Onu, oyunun sonundaki, “Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden, ortancaların da alnından öpüyorum,” sözleriyle hafızamıza nakşetmiştik…

1927’de G. Antep’in Kilis ilçesinde doğan Uygur, İstanbul’da Sarıyer Ortaokulu’nu bitirdikten sonra, o zamanlar bazı bölümlerine ortaokul mezunlarını kabul eden Güzel Sanatlar Akademisi’ne (Mimar Sinan Üniversitesi girerek Heykel Bölümü’nde okudu.

1942’de Sarıyer Halkevi’nin Tiyatro Bölümü’nde amatör, 1946’da da Avni Dilligil Tiyatrosu’nda profesyonel olarak sahneye çıkan Uygur, 1949-50 sezonunda kendi adını taşıyan tiyatroyu kurdu ve ondan sonra çalışmalarını hep bu toplulukta sürdürdü.

Çocuksu bir tipleme ve söze dayanan bir oyunculukla, güncel siyasal olaylardan da esinlenerek oluşturduğu hafif komedilerde oynamayı yeğledi. Çoğunu kendi yazdığı ya da uyarladığı ve sahneye koyduğu bulvar komedileriyle ünlendi.

Uygur, sinemada yarattığı ‘Cafer Bey’ tipiyle tanındı, ayrıca çeşitli televizyon programlarına da çıktı. 1999’da Belkıs Dilligil Onur Ödülü’ne değer görüldü.

Sahnelediği başlıca oyunlar arasında ‘Ar Namus Makinası’, ‘Padişahım Çok Yaşa’, ‘Damdaki Zurnacı’, ‘Ümit mi, Simit mi?’, ‘İki Efendinin Uşağı’, ‘Alo… Orası Tımarhane mi?’, ‘Aman Özal Duymasın’, ‘Demirel’e Söylerim’, ‘Miğferine Çiçek Eken Asker’, ‘Hastane mi, Kestane mi?’, ‘Son Umudum Milli Piyango’, ‘Zamsalak’, ‘Kaynanatör’, ‘Dikkat Meclis’te Sıçan Var’, ‘Uygur Dinozor’ sayılabilir.

Öğrencisi Nedim Saban’ın, “Onun galalarında eleştirmenlerle profesörler, mahalle bakkalıyla fenni sünnetçiler aynı şeylere güler, birlikte eğlenirlerdi,” notunu düştüğü, “Uygur, geride bol kahkaha ve neredeyse hiç kapanmayan bir perde bıraktı…”[5]

Gözlerimiz, gönlümüz hâlâ o perdede…

* * * * *

Ve Zeynep Oral’ın, “O, rol yapmadan ‘oynayan’; bağırıp çağırmayan, baskıcı olmayan, sahneye, izleyiciye kendini dayatmayan... Ekip içinde ‘erimeyi’ bilen, ama mutlak kendini fark ettiren... Ayrıntıların tadını çıkaran, o tadı izleyicisine geçiren, ‘oynamaktan’ sonsuz keyif alan, bu keyfi, bir çocuk sevinciyle çoğaltarak yayan... Küçül rol büyük rol ayırımı yapmayan... Sahnede söylediği her söze, yaptığı her harekete, her mimiğe, yaşadığı her ana karşısındaki seyirciyi inandırır O. Çünkü sahicidir. Çünkü o rol yapmaz, ‘oynar’... Çocuklar gibi oynardı,” diye betimlediği Erol Günaydın…

16 Nisan 1933’te Akçaabat, Trabzon’da doğdu. Babası nakliyatçı, annesi ev hanımıydı. İlköğreniminin ardından Galatasaray Lisesi’ne kaydoldu. Lise yıllarında İsmail Dümbüllü ile tanıştı. Sahneye ilk kez Tevfik Fikret Salonu’nda çıktı. 1955’te Haldun Dormen Cep Tiyatrosu’nda ‘Papaz Kaçtı’ ile profesyonel aktörlük yılları başladı.

1956-1957’de Ankara Devlet Tiyatrosu, Küçük Tiyatro Sahnesi’nde ‘Kleopatra’nın Mezarı’ isimli oyunda rol aldı. Ardından Haldun Dormen’in ekibine katılıp İstanbul Küçük Sahne’de oynamaya başladı. 1960’larda Tuncel Kurtiz ve birkaç arkadaşı ile kendi tiyatrolarını kurdu.

Beyazperdedeki ilk rolü 1960’ta ‘Yeşil Kurbağalar’ adlı film ile oldu. ‘Güzel Bir Gün İçin’ adlı filmin senaryosunu yazdı. Haldun Dormen’in yönettiği 1965 tarihli yapımda Belgin Doruk ve Haldun Dormen ile rol aldı.

Kenterler, Engin Cezzar, Muhsin Ertuğrul, Mahir Canova, Cüneyt Gökçer, Ergin Orbey ve Ali Poyrazoğlu gibi isimlerle tiyatro yaptı. Seslendirmeler (‘Ayı Yogi’) yaptı, müzik kliplerinde oynadı. ‘Çiçek Taksi’, ‘Tatlı Kaçıklar’, ‘Hırsız Polis’ gibi unutulmaz dizilerde önemli rollerle karşımıza çıktı. Son dönemde rol aldığı sinema filmleri arasında ‘7 Kocalı Hürmüz’, ‘Pardon’, ‘Kanal-i-zasyon’, ‘Beyaz Melek’, ‘Güneşi Gördüm’ vardı.

15 Ekim 2012’de, 79 yaşında hayatını kaybeden Günaydın için Demet Akbağ, “Yaşı olmayan müthiş bir usta,” derken; Tuncel Kurtiz de, “Ölüme inanmıyoruz. Bahara açılan bir kapıya gidiyor,” diye eklemişti.

Hakkında “Onun yüzünde ‘iyi insan’ olduğu yazardı. Ondan kötü bir şey beklemezsiniz. Ya iyilik gelir ya da sizi güldürür, rahatlatır. Sanki o başkalarını mutlu etmek ve karşılığında sadece alkış almak için yaratılmıştır,”[6] denilen son meddahlardandı O, bir kertenkeleyi, bir rakı bardağını bile taklit edebilirdi. Batılı Türk tiyatrosuna alaturka nüvesini kazandırmıştı. Takım elbisesinin üzerine taktığı şapkayla Batılı, anlattığı fıkrayla dibine kadar Karadenizli’ydi.

Çok sağlam, ayakları yere basan, aydın, aydınlık, işini büyük bir sorumlulukla yapan büyük bir oyuncuydu. Oyunculuk stilinde halk tiyatrosu, ortaoyunu, meddah yöntemlerini iç içe geçirip kendi sentezini yaratmış, farklı sesi, rengi, yorumuyla oyunculukta fark yaratmıştı.

Kavuklu Hamdi’den İsmail Dümbüllü’ye uzanan meddahlık geleneğinin son temsilcilerindendi ve “Kimi zaman kar tanesi oldu, kimi zaman kertenkele, kimi zaman da sansar... Bir ömrü tiyatro için harcadı O”…[7]

* * * * *

Nedim Saban’ın, “Oyuncu değil tiyatrocuydu. Dekorcusundan gişecisine kadar tiyatro ailesinin babasıydı,” vurgusuyla resmettiği Metin Serezli’yi kaybettiğimizde takvimde 10 Mart 2013 tarihi kayıtlıydı…

“Birbirinden güzel şeyler söylendi ardından. Tiyatroculuğuyla ilgili, yaşamdaki duruşuyla ilgili... ‘Beyefendiliği’, ‘Lord’ tavrı, çevresindekilere yakın ilgisi, sevecenliği...

Dormen Tiyatrosu kapanınca Altan Erbulak’la birlikte Kocamustafapaşa’da kurdukları Çevre Tiyatrosu... Sonra tekrar Dormen Tiyatrosu... Şan Tiyatrosu, İstanbul Tiyatrosu... Ama benim için varsa yoksa Metin Serezli ve Haldun Dormen’in birlikte oynadıkları Ray Cooney oyunları: ‘İkinin Biri’, ‘Kaç Baba Kaç’, ‘Komik Para’, ‘Kim O’...

Fars, vodvil, komedi... Bunlar kolay sanılır. Oysa hiç değil. Sonsuz bir devinim... Bir an bile yavaşlamaması gereken hızlı bir tempo ve ritim...”[8]

Nedim Şaban’ın, “Her zaman tiyatro yaptı, dizi çekimi, film çekimlerini filan tiyatroya göre ayarladı,” dediği O hep böyleydi…

12 Ocak 1934’te dünyaya gelen Metin Serezli, Üniversitede okuduğu yıllarda İstanbul Üniversitesi Gençlik Tiyatrosu’nda amatör olarak başladığı oyunculuğa, 1955’te Dormen Tiyatrosu’nun ilk oyunu olan ‘Papaz Kaçtı’ ile profesyonel olarak devam etti. Ekipte Haldun Dormen, Erol Günaydın, Erol Keskin gibi doğru isimlerin yanı sıra 1957’de evlenip dokuz yıl evli kalacağı Nisa Serezli de vardı. Metin Serezli, bu arada provaların yoğunluğundan Hukuk’u bırakıp İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’ne girmişti. Bir ara Sanat Tarihi bölümünde de okudu.

Oyunculuğa uzun süre Dormen Tiyatrosu’nda devam etti. Brecht’lerle, Gogol’lerle, ünlü müzikaller, tabii ki Ray Cooney komedileriyle geçen bir dönem... 1971’de Altan Erbulak ile birlikte Çevre Tiyatrosu’nu kurdu. Bu kez yanında, 1968’den bugüne hayatını paylaşıp hep ideal çift olarak görüleceği, iki oğlunun annesi Nevra Serezli de vardı.

1969’da İstanbul Tiyatrosu’nda sahnelediği ‘Zıpçıktı’ oyunuyla Üniversiteler Birliği Yılın En Başarılı Tiyatro Ödülü’nü aldı. 1978’de Çevre Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra aralarında ‘Hababam Sınıfı’nın da bulunduğu bazı müzikal komedilerde sahneye çıktı.

Yönettiği çok sayıda radyo oyununun yanı sıra, reklam filmlerinde de yönetmenlik ve oyunculuk yaptı. Aynı zamanda Türkiye’nin en önemli seslendirme sanatçılarından olan Serezli, televizyonda ve radyoda sayısız karaktere ses verdi. Serezli’nin ayrıca, çeşitli dergi ve gazetelerde tiyatro yazıları yayımlandı.

80’lerde yeniden Dormen Tiyatrosu’na dönen Metin Serezli, son yıllarında da Tiyatro İstanbul ve Tiyatrokare’de sahneye çıktı. 100’den fazla oyunda rol aldı, 28 oyun ve 5 müzikal yönetti.

1958’de ‘Son Saadet’ filmiyle sinema oyunculuğuna başladı ve yaklaşık 50 filmde rol aldı. Yeşilçam’da da şansını denedi ama “jön prömiye” olmadı, ikinci adam rollerinin vazgeçilmez aktörüydü. Çünkü tiyatroydu hayatının bir numarası. Filmler, diziler ona ayak uydurduğu sürece vardı. Avni Dilligil, Afife, Üniversiteler Birliği, ve İsmail Dümbüllü en iyi oyuncu ödüllerine sahip oldu.

Serezli, son olarak yönettiği ‘İsim, Şehir, Hayvan’ oyunuyla ilgili verdiği röportajda “Türkiye’nin, bugünkü ortamında, böyle bir oyuna ihtiyaç duyulduğu açık. Biz bu oyunla zamanın ruhunu yakalamaya çalıştık” demişti bir çok şeyin altını çizerek…

* * * * *

Ve nihayet Ülkü Tamer’in, “Ünü, onurlu bir biçimde sürekli kılabilen”; Bülent Habora’nın, “Onurlu, direngen” sıfatlarını hak eden Müjdat Gezen… Ne mutlu ki hâlâ aramızda, hâlâ bizi güldürürken düşündürüyor…

Onların hepsine çok şey borçluyuz hâlâ ve tüm zamanlarda…


26 Haziran 2015 18:12:13, Ankara.


N O T L A R

[*] Newroz Gazetesi, Kasım 2015… http://rojnameyanewroz.com/gulmek-eyleminin-tiyatrodaki-karsiligi-temel-demirer-4756.html

[1] Peter Ustinov.

[2] Simone Berteaut, Kaldırım Serçesi Edith Piaf, Çev: Aydın Emeç, Agora Yay., 2010.

[3] Chuck Palahniuk, Görünmez Canavarlar, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 7. Basım, 2013, s.135.

[4] Zeynep Oral, “Şeytan Tüyü”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2013, s.19.

[5] Asu Maro, “Son Çınar da Yıkıldı”, Milliyet, 19 Kasım 2013, s.13.

[6] Ayşe Arman, “Ahhh Günaydın da Gitti!”, Hürriyet, 16 Ekim 2012, s.5.

[7] Asu Maro, “Çınar Yıkıldı”, Milliyet, 16 Ekim 2012, s.4.

[8] Zeynep Oral, “Metin Serezli”, Cumhuriyet, 14 Mart 2013, s.16.