Dünyadaki son yirmi beş yıl incelendiğinde, olayların daha çok İslam dünyası içinde veya çevresinde cereyan ettiğini görüyoruz. Nijerya’dan Çin’e kadar olan bölgede gerçekleşen çatışmalar, şu veya bu biçimde İslam dünyası ve sorunlarıyla ilişkili. 
Olayların gelişim seyri özetle şöyle: İslam dünyasında hareket halinde olan silahlı bir güç var. Bu güç, bir bakıyorsunuz Afganistan’da, bir bakıyorsunuz Libya’da, Suriye’de... Bir ülkede batıyor, bir başka ülkede ortaya çıkıyor. Her ülkede kullandıkları isimler farklı olsa da söylemleri aynı: “Allah’ın adaleti” Ama “adalet” diyerek girdikleri ülkeleri eskisinden daha istikrarsız hale getirip bırakıyorlar. Sonuçta o ülke insanlarının yoksulluklarına yoksulluk, acılarına acı katıyorlar.
Küresel güçlerin bölge ile ilişkilerinden ayrı olarak, İslam dünyasının tutarsızlığı da gözden kaçmıyor. İslam ülkelerinin her biri, “Bu süreci nasıl lehime çeviririm” veya “Bundan nasıl sıyrılırım” çabası içinde. Bunun için de en insani, ahlaki kuralları çiğnemekten çekinmiyorlar. Yalan, aldatma, yaltakçılık ve iki yüzlülükte birbirleriyle yarışıyorlar. Buna karşın hedef olmaktan da kurtulamıyorlar. Bir bakıyorsunuz, her biri kargaşa ülkesi olup çıkmış. “Yarın sıra kimde?” kaygısı, bu ülke rejimlerinde neredeyse paranoya halini almış durumda. Tam bir belirsizlik ortamı! 
İslam coğrafyası çökmekte olan dev bir çukur gibi. Bu çukurun çapı giderek genişliyor. Türkiye ve Kürtler bu çukurun kıyısında. Nasıl etkilenecekleri merak konusu. Görünen o ki, süreç onlara ya yeniden şiddetli bir savaşı ya da güçlü bir birliği dayatıyor. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği, Kürtlerden çok Türkiye’nin tutumuna bağlı. Öyle gözüküyor. Ama gerçek de şu ki, Türk ve Kürt halkları yeniden savaş istemiyor. 
Bugünkü durumdan bir çıkış yolu bulmak olanaklı. Bunun için İslam dünyasında son yirmi beş yıldır süregelen gelişmeleri, özlü bir analizden geçirmeye ihtiyaç var. 
İran’ın ‘ideolojik merkez’ olmaktan çıkarılması planı
Her şey İran’a karşı bir alternatif yaratma arayışıyla başladı. 1979 yılında İran’da Humeyni önderliğinde yapılan “İslami Devrim”, bütün İslam dünyasını etkiledi. İslam dünyasında Şiiler azınlıkta olmasına karşın İran Devrimi, Türkiye, Cezayir gibi ülkelerde siyasi yasaklı Sünni müslümanlar başta olmak üzere aydın ve geniş Sünni kesimlerden sempati desteği buldu. Amerika’nın bölgedeki en has adamı Şah yönetimi devrilmiş ve İran, İslam dünyası adına Amerika’ya kafa tutan güç olmuştu. 
Müslümanlar için bu yeni bir durumdu. Onlara, “Yeni bir dünya yaratmak mümkün!” diyordu. “Batı Medeniyeti”ni reddediyor, onun yerine “İslam medeniyeti”ni savunuyordu. Ekonomik, siyasi hiçbir yaptırıma boyun eğmiyor, mücadele ediyordu. Bu haliyle İran, İslam dünyasında baskılı bütün kesimlerin idolüydü. Şiiliği fazla dile getirilmeyen, ideolojik bir merkezdi. 1981 yılında Sünni Irak ile savaştırılmasına karşın İran’ın bu etkisi azalmamış, aksine artmıştı. İşte Şii İran’a karşı Sünni Müslümanların kendi ideolojik merkezlerini yaratarak onları bölme ve çatıştırma fikri, bu koşullarda gündeme geldi ve oluşumuna başlandı. 
Zincirin ilk halkası: 90-02 Cezayir İç Savaşı
Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi, tek partili bir yönetimi daha fazla sürdüremedi ve Şubat 1989’da yapılan referandumda çıkan yüzde 75 evet oyuyla çok partili sisteme geçildi. Yeni anayasanın kabul edilmesi ile Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) tek güç olmaktan çıktı. Birçok parti kuruldu. İslami tabana hitap eden İslami Selamet Cephesi (FIS), 1990 Haziran’ında yapılan yerel seçimlerde yüzde 54 oy aldı. Bu durum, Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) içinde büyük tepkiler doğurdu. Tepkilere karşı FIS içinde radikal bir kanat ise kitlesel eylemlere yöneldi. Cezayir Ulusal Meclisi’ni yenilemek için 1991 Aralık’ında yapılan seçimlerde FIS, kesin üstünlük elde etti. Yıllardır ülkeyi yöneten FLS ise üçüncü parti oldu. İpler de burada koptu.
Cumhurbaşkanı Şadli Bencedid, ikinci tura birkaç gün kala, Ocak 1992’de istifa etti. Bencedid’in boşluğunu doldurması için atama yoluyla kurulan “Yüksek Devlet Konseyi” ikinci tur seçimlerini iptal etti ve FIS’in önderleri üzerinde büyük bir baskı kurdu. “Cici demokrasi” bitti. Milyonlarca müslüman sistem dışına itildi. Üç yıl önceki tek partili diktatörlük ortamına geri dönüldü. Amerika ve Batı buna seyirci kaldı. Ama “cin” şişeden bir kere çıkmıştı. Müslümanlar siyasal haklarının peşine düştü.
FIS’in ortaya çıkışı, İslam dünyasına liderlik edegelen Şii İran ideolojisine karşı bir alternatifti. Ve burada tutuşturulan fitilin başka nerelere sıçratılacağı ise o koşullarda fazla kestirilemiyordu. 
Önce devlet başkanlığını yürütmekte olan Muhammed Budaif, ardından da eski başbakanlardan Kasdi Merbah, “karanlık suikastler”le öldürüldü. Bunun üzerine İslami Selamet Cephesi (FIS) yasaklandı. İslami güçler legal politikadan tamamen dışlandı. 
Cezayir bir iç savaş sürecine girdi. FIS iki farklı silahlı gruba bölündü. Kırsal alanda Silahlı İslami Hareket (MIA), kentlerde ise Silahlı İslami Grup (GIA) savaşa başladı. GIA önce devlet güçlerini, sonra sivilleri, sonra ise devletle anlaşan FIS yöneticilerini öldürmeye başladı. FIS ve muhalefet partilerinin boykot ettiği 1995 genel seçimleri sonrasında GIA, kitlesel katliamlara girişti. Bulunduğu bölgelerde uyguladığı şeriat hükümleri gereği özellikle kadınlar olmak üzere toplumun bütünü üzerinde şiddete dayalı büyük bir baskı uyguladı. Abdülaziz Buteflika’nın devlet başkanlığına seçildiği 1999 yılında ilan ettiği af sonrasında MIA, 2000 yılında kendini feshetti. GIA güçleri ise zamanla geri çekildi. 
İran’ın ideolojik önderliğine, denilebilir ki ilk karşı çıkanlar FIS ve ondan ayılanlar oldu. FIS’ten ayrılan GIA’nın tavrı ise çok netti. Şii İran’a herhangi bir sempatisi yoktu. Zaten savaş deneyimi kazanmış militanlarının çoğu, “İslam adına savaşmak” için Pakistan, Afganistan gibi ülkelere gitti. 
Zincirin ikinci halkası: 92-95 Bosna Hersek İç Savaşı
100 bine yakın insanın öldüğü ve 10 bin civarında insanın “kaybolduğu” Bosna Hersek İç Savaşı, Avrupa’nın göbeğinde yaşandı. Bosna Hersek’teki müslümanlar, büyük Sırp şovenizminin faşist saldırısına uğradı. Yukarı Kafkasya, Pakistan, Cezayir, Afganistan, Türkiye ve diğer Arap ülkelerinden binlerce İslamcı militan Bosna Hersek’te ortaya çıktı. (Tabii ki bu gibi hareketler, uluslararası bir destek ve organizasyon olmadan oluşabilecek hareketler değil. Sahnede yine körfezin zengin Arap ülkeleri ve lojistik destek sunan Türkiye vardı.) Bununla Bosna Hersek’in siyasal atmosferi birden değişti. Modern bir İslam kimliğine sahip olan Bosnalı müslümanlar, Afganistan ve Pakistan müslümanlarına benzemeye başladı. Yabani Sünni şeriatçıların gelmesi, savaşı daha derinleştirdi. Bu “büyük planın” sonucunda onbinlerce Bosnalı öldü.
AB ve ABD, NATO müdahalesinde anlaştı. NATO ve şeriatcı militanlar, aynı cephede Sırplara karşı kavaştı. Sırp birlikleri NATO’ya yenildi. 1995 yılının Kasım ayında “Dayton Barış Anlaşması” imzalandı ve dinci militanlar sanki hiç orada yaşamamışlar gibi ortalıktan kayboldu! Daha sonra aynı militanlar, Afganistan’da Taliban ve El Kaide saflarında NATO’ya karşı savaşırken ortaya çıkacaktı! 
Zincirin üçüncü halkası 79-... Afganistan İç Savaşı
Sovyetler Birliği, askeri bir darbe ile 1979 yılında Babrak Karmal’ı iktidara getirtti. Mücahitler ve farklı grupların uzun yıllar sürdürdüğü savaşın ardından Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politalarının sonucunda 1989 yılında dağılan SSCB, zaten yenik durumda kaldığı Afganistan’dan çekildi. Yerine gelin “mücahit yönetimi” ise bir türlü dikiş tutturamadı. Mücahitler, İslami söylemler etrafında bir araya gelmiş, ideolojik formasyanları güçlü olmayan dini gruplardan, savaş ağalarından ve feodal aşiret kesimlerinden oluşan bir yapılanmaydı. Bu özelliği nedeniyleydi ki, aşiret ve savaş ağaları devlet içinde birbirine girdi ve devlet yönetimi parçalandı. Büyük bir açmaza düşen mücahitler, kendilerini destekleyen Amerika ve Batı’yla değil, yıllarca savaştıkları komşuları Rusya ile ilişki kurmaya başladılar. Afganistan’ı kaybetme korkusuyla Amerika da karşı harekete geçti; 1994 yılında Taliban’ı örgütlemeye başladı.
“İslam öğrencisi” anlamına gelen “Talib”in temeli, Pakistan’da atıldı. Peştunların da desteğiyle Pakistan, Belucistan, Kafkasya, Cezayir ve Türkiye gibi ülkelerden binlerce genç öğrenci, ideolojik ve silahlı eğitim almak için Kuzey Pakistan’da toplandı. Afganistan-Pakistan sınırının iki yakası, binlerce militanın eğitim üssü haline geldi. İdeolojileri netti: “Gerçek müslümanlar Sünnilerdi!” İran’dan herhangi bir maddi yardım almıyor ve İran’a karşı hiçbir şekilde sempati duymuyorlardı. Finansörleri Körfez’in zengin Arap ülkeleriydi. Taliban, Afganistan’dan önce Pakistan’da etkili olmaya başladı ve güç olarak da giderek büyüyordu. Sadece 1994 yılında çeşitli ülkelerden 12 öğrenci katıldı. Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Pakistan gözetiminde beslediği Taliban, kurulduktan iki yıl gibi kısa bir zaman sonra büyük ve donanımlı bir güç olarak 26 Eylül 1996 yılında Kabil’e girdi. Dünya şaşkındı; bunlar da kimdi?
Taliban kısa sürede Afganistan’a hakim oldu ve katı şeriatçı bir rejim kurdu. Eller, ayaklar kesmeye başladı. Sokaklarda idam sehpaları kurdu. 10 yaşından büyük kızların okula gitmesini yasakladı. Kadınlara burka giymeyi, erkeklere sakal bırakmayı zorunlu kıldı. Kadınların sokağa çıkmasını yasakladı. Üç bin yıllık geçmişi olan ve dünyaca ünlü “Bamiyan Buda” heykellerini, put olduklarını söyleyerek tanklarla bombaladı.
Cezayir’de yenilen militanlar bu bölgeye geldi. Afganistan dünyadaki Sünni radikal İslam’ın çekim merkezi oldu. Şii İran ise düşmandı. El Kaide de işte bu koşullarda doğdu. Bosna Hersek başta olmak üzere Dağıstan, Çeçenistan gibi birçok ülkeye militan ihraç etti ve buralardaki terör örgütlerini destekledi.11 Eylül’de Amerika’da ikiz kulelere yapılan saldırının ardından Amerika, Taliban rejimine son verdi. Taliban ve El Kaide, Kandahar-Pakistan eksenine çekildi. Sosyal ve coğrafı özellikleriyle muntazam geri çekilme desteği sunan Pakistan, El Kaide’nin NATO saldırılarından kendini koruduğu alan oldu. 
Taliban ve El Kaide’nin çekildiği bu bölge ve Pakistan, Sünni  şeriatçı örgütlerin eğitim merkezi oldu. Dünyanın birçok bölgesinden gelen militanlarla El Kaide, hem kadro olarak büyüdü hem de ideolojik donanımını güçlendirdi. Artık hem dünyanın her tarafına ihraç edebileceği bir ideolojisi hem de inançlı militanları vardı. Bu gücün kendisini nerede ve ne biçimde göstereceği ise bilinmiyordu. Çoğu kişiye tuhaf bir çelişki gibi gelebilir; ama sonradan görüldü ki, gittikleri yerlere NATO Taliban’ı, Taliban da NATO’yu çekecekti.
Afganistan'ı Pakistanlaştıralım derken Pakistan Afganistanlaştı
Burada bir parantez açarak Pakistan'a değinmek istiyorum. Böyle bir süreçte Sünni şeriatçı örgütlere hem üs olmuş hem de büyük destekler sunmuş Pakistan nasıl etkilendi? 
Uluslararası güçler ve Pakistan,  Afganistan'ın Pakistan'a benzemesini planlarlıyordu; ancak bu düşünce suya düştü: Yıllarca Pakistan içinde at koşturan şeriaçı militanlar, halk ile iç içe yaşadı. İslami aşiretsel/feodal yapının katı halini yaşayan Pakistan, militanların siyasal çalışmalarından çok etkilendi. Devlet yapısı zayıfladı, ekonomisi istikrarsızlaştı, giderek Afganistanlaştı; şeriat hortladı ve her gün patlayan bombalarla Pakistan, istikraksızlığın kucağına yuvarlandı. 
Afganistan'dan sonra Pakistan'ı da kaybetme korkusuna kapılan Amerika ve Batı, şimdilerde Pakistan'ı kurtarmaya çalışıyor. Sorunları aynılaşan iki ülkeyi "AfPak Projesi" adı altında birlikte ele alıp "çözüm" üretmek çabasındalar.