Aslında soru neden daha fazla yer vermiyor diye de sorulabilirdi.

Her şeyden önce orada bir Kürt şehrinin bölgenin en vahşi terör örgütünün kuşatması altında katliamla yüzyüze olduğunu tüm basın biliyor. Bunun ne kadar ve nasıl verileceği, elbette medya organlarının politik eğilimlerine göre değişse de, bu hakikati ortadan kaldırmak, yokmuş gibi davranmak mümkün değil.

IŞİD çetelerinin Şengal’e saldırısı ve Ezidi halkının sürgün yollarındaki ve Şengal dağındaki trajedisi, bütün dünyanın dikkatini IŞİD’e yöneltmiş ve onun ne yapmak istediğini anlamaya değilse de –ki anlayacak bir şey yok ortada- öğrenmeye yöneltmişti. Şengal’deki gelişmeler sırasında PKK ve PYG güçlerinin halkı korumak ve kurtarmakta oynadığı rol görülmüş olsa da, ön plana çıkan konu, yöneldiği her hedefi tarümar eden, kara maskeli, kara yüzlü ve kara ruhlu bir güruhun yaptıkları oldu.

Nitekim ABD işgali sonrası kurulan Irak rejiminin iflas etmiş olması, petrol ve doğal gaz yataklarının tehlikeye girmesi gibi gelişmeler, bölgede dünya sisteminin ihtiyaçları ölçüsünde bir “istikrar” ihtiyacını doğurdu. Bölgeye nizam ve intizam verme çabaları kapsamında Suriye’ye yönelik ABD ve Türkiye destekli silahlı isyan başarı kazanamadı. İç savaş geride onbinlerce ölü, yüzbinlerce sığınmacı ve harabeye dönmüş ülke manzarası ortaya çıkardı. Esad rejimine karşı Batı’nın ve Türkiye’nin desteğini de alarak savaşan örgütlerin hepsi, bir biçimde radikal islamcı veya islami cihatçıydı. İktidar oldukları takdirde gerek bölgeye gerekse dünya sisteminin çıkarlarına Esad rejiminden daha tehlikeli ve denetlenemez olacakları geçen iki yıl içinde anlaşıldı. Ve Batı Esad’ı devirme işini geriye atarak, son aylarda IŞİD’de tecessüm şekliyle bu terör çetelerine tavır almaya başladı. Ve bu nihayet ABD liderliğinde bir anti-IŞİD koalisyonu kurulmasıyla sonuçlandı.

Böyle bir koalisyon kurulması ve aynı zamanda NATO’nun da hedefinde yer alan IŞİD’i yaptıkları, onu ister istemez dünya medyasının odak noktasına oturtacaktı. Nitekim hem IŞİD’İn Batılı gazetecilerin ve turistlerin kafasını kesmek gibi akılalmaz cinayetleri ve etkin olduğu yerlerdeki vahşeti, hem de anti-IŞİD koalisyonun gerekliliği ve haklılığını gerekçelendirmek üzere devlet yetkililerinin açıklamaları, onu daha da bir merkeze getirdi.

IŞİD’in Kobane’ye yönelmesi, ilk başta Şengal benzeri bir durumun ortaya çıkacağı beklentisine yol açtı. Ancak bir aya yaklaşan bir süredir çetin bir direnişle karşılaşması herkesi şaşırttı; şaşırtmakla kalmadı, direnenlere sempatisi yarattı.  Normal insan aklı ve vicdanının beklediği, böyle bir durumda Kobani halkının direnişine destek olmaktır. Bunu tek tek kişilerden beklemek gibi, IŞİD’e karşı olduğunu açıklamış koalisyon devletlerinden beklemek de makul olanıdır.

Fakat bu beklentinin gerçekleşmemesi ve zaten yıllardır ambargo ve abluka altında yaşayan Kobani’nin bir katliam tehdidi altındaki çığlığı, medyanın ve dolayısıyla dünya kamuoyunun önüne bir siyah-beyaz tablo çıplaklığıyla çıktı.

Gerek Türkiye’de gerekse dünyanın metropol ülkelerindeki Kürt halkı ve dostlarının günlerce aralıksız süren protesto ve dayanışma eylemleri, hiçbir medya kurumunun görmezden gelemeyeceği bir gerçektir.

Protesto ve dayanışma eylemlerini doğuran medya değildir. Kaldı ki, medya adı üzerinde aracı olandır, ortam’dır. Gazeteci, halka olanı olduğu gibi aktarandır. Üzerinde kendisi politik yorum yapıp tavır alacak olsa bile, olan-bitenler hakkında eğip bükmeden okuyucuya, halka bilgi vermek meslek etiğinin bir zorunluluğudur.

Elbette medyada mesleğin gereklerine uymayanlar olduğu gibi, medya araçlarını kara propaganda ve manipülasyon aracı olarak kullanmak isteyenler de olmuştur ve olacaktır. Belli dönemlerde böylesi roller üstlenenlere halk hak ettikleri sıfatı takmakta gecikmemiştir. Örneğin, Almanya’da “Springer basını” bir zamanlar böyle anılırdı. Türkiye’de “havuz medya” tabiri de böyle çıktı.

Tekrar baştaki soruya dönecek olursak, Şengal tradejisinin ardından Kobane’de yaşanan dram, dünya medyasının, en azından bizim yakından izlediğimiz Avrupa, Britanya ve Amerikan medyasında başta Kürtler olmak üzer bölgede ezilen, dışlanan, katliam ve soykırımlarla ordan ordaya sürülen halkların ve inanç topluluklarının tarihi, güncel durumu, acıları ve umutlarıyla istemleri hakkında sayısız haber, makale, inceleme ve araştırmanın konusu oldu.

Der Spiegel’in “Allahın Allahsız Ordusu”, Süddeutsche Zeitung’un “Allahın Yoldan Çıkmış Müritleri” ve diğer gazetelerin benzer sıfatlarla niteledikleri IŞİD’e karşı her eleştiri, kınama ve protesto, otomatik değilse de ona yakın bir biçimde, şimdi bu vahşet ordusuna karşı direnenler için bir sempatiye dönüşüyor.

Bu tablo içinde Türkiye’nin izlediği politika da dünya basınında önemli bir yer tutuyor. Hem çatışma bölgesinin yanı başında Batı’nın ve NATO’nun partneri bir ülke olması, hem de anti-IŞİD koalisyonun içinde yer alması nedeniyle, Türk hükümetinin politikası çeşitli analizlerin ve aynı zamanda sert eleştirilerin de konusu oluyor.

Batı basınında yer alan haberleri bir kenara bırakıp, sadece yorum ve analizlere göz atacak olursak, hepsinin üzerinde birleştiği nokta Türkiye’nin tek başına ve anakronik bir politika izlediğidir. Örneğin Der Spiegel’in son sayısındaki “Erdoğan’ın İkili Stratejisi” başlıklı analizi şöyle özetlenebilir:
  • Türk Hükümeti ve Ordusu ikili bir strateji uyguladı. Suriye’de bir yandan Esad’ı devirmek , öte yandan Kürtleri şah-mat tehdidi altında tutmak için isyancı grupları destekledi.
  • Şimdi Erdoğan’ın Kobani’ye yardım ederek Kürtleri kazanmak için yeterince neden var. En azından Haziran’daki parlamento seçimi ve barış süreci bunun için yeterince mantıklı nedenlerdir.
  • Fakat Türk Cumhurbaşkanı tam aksini yapıyor: Hem Kürtlere hem de dünyaya şantaj yapmak için Kobane’yi kullanıyor.
  • Dahası Kobane’de bir katliamı göze alıyor. Bir üst düzey Türk yetkilinin “Kobani’de trajedi yok; iki terör örgütü savaşıyor” sözü bunu gösteriyor.
  • Ankara, Kobane’deki savaşın Kürtleri zayıflatacağı ve artık seslerini çıkartamaz hale gelecekleri hesaplıyor.
  • Bu durum Almanya Başbakanı Merkel tarafından da görülmüş ve “Bir NATO partneri önceliklerini doğru tespit edebilmelidir” diyerek eleştirilmiştir.
 
Türkiye’nin Esad’dan çok Kürtlere karşı bir politika izlediği yönündeki değerlendirmeler, direnen Kürt hareketinden gelen talep ve eleştirilerle de birleştiğinde Batı ve giderek dünya basınında tartışılmaz bir hakikat olarak kendisini gösteriyor ve haklı olarak hükümetin politikasına tepkilere neden olurken, direnenlerle dayanışma hareketlerinin güçlenmesine ve öfkenin büyümesine katkı sağlıyor.

Benzer bir başka değerlendirmeyi Britanya’dan (İngiltere’den) vermek mümkün. “Kobani düşerse, Kobani’yi savunanmamış olması dolayısıyla, bu ABD için askeri olduğu kadar siyasi bir felaket olacaktır” diyen Independent gazetesi yazarlarından Patrick Cockburn’un analizine bakalım. Onu da şöyle özetlemek mümkün:
 
  • IŞİD’e karşı Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi devletlerden oluşan bir sünni koalisyon, IŞİD’i yoketmeyi birincil öncelikleri olarak görmüyor. Aksine Şiilere problem çıkardığı için IŞİD’ten hoşlanıyorlar.
  •  Son haftalarda açıkça ortaya çktı ki, Türkiye, Rojawa Kürtlerinin siyasi ve askeri örgütleri PYD ve YPG’yi, kendisi için islamcı fundamentalistlerden daha tehlikeli görüyor.
  • Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan PYD’nin değil, IŞİD’in kontrolündeki bir Kobani’yi tercih ediyor.
  • Ankara’nın 2013’den beri ateşkes yapan PKK ile barış sürecinin çökmesinden kaygı duymamasının nedeni, PKK’nin Rojawa’daki çatışmalara derinlemesine karıştığı için, Türkiye hükümetiyle savaşmak için geri dönemeyeceğine inanmasıdır.
  • İran yetkililerininin, Türkiye Esad’a karşı Suriye’deki iç savaşa karşırsa, “Türkiye  bunun bedelini öder” demesi, İran’ın Türkiye’de silahlı bir Kürt isyanını el altından destekleyeceği anlamına gelebilir.
 Kobani direnişi, nasıl sonuçlanancak olursa olsun, Kürt halkının özgürlük için, Rojawa’da kurmaya başladığı demokrasi için, kendileriyle birlikte omuz omuza mücadele eden her ulustan devrimcilerle birlikte bütün dünyaya haykırdıkları insanlık için hala bir umudun varolduğunu bildiren bir aydınlık gelecek çığlığı olmaya devam edecektir. (Bu satırları yazarken Deniz’lerin avukatı sosyalist ağabeyimiz Niyazi Ağırnaslı’nın torunu, sevgili Dev-Gençli arkadaşlarım Hikmet Acun ve Nuran Ağırnaslı’nın oğlu Suphi Nejat Ağırnaslı’nın IŞİD çetelerine karşı Kobane’de direnenlerin safında savaşırken vurularak öldüğü haberini aldım. Boğaziçi mezunu sosyolog, yazar ve çevirmen olan Nejat, gözlerinden sevgi, zeka ve mücadele azmi fışkıran genç bir dostumuzdu. Kendisini sevgiyle anarken, devrimci mücadele azmi, dayanışma ruhu ve kahramanlığı önünde saygıyla eğiliyorum.)