ARKADAŞLAR MERHABA!

Bu tarihi anda, HOMO KOMÜNUS adlı kitabımda yer alan yaşadığım siyasi mücadele deneylerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Paylaşmalıyım ki; belki zalimlerin iktidardan indirilmesinde izlenecek yol ve yöntemler konusunda bir nebze de olsa katkı vermiş olabileyim.

DTCF’DEKİ FAŞİT İŞGALİN KIRILIŞ ÖYKÜSÜ

1974-75 yılı döneminde, DTCF’de (Dil Tarih Coğrafya Fakültesi) faşist işgal, 12 Mart Darbecilerin desteğiyle devam ediyordu. Cezaevinden çıkıp geldiğimde bir iki ay gözlem yapmış ve kafamda oluşturduğum planı sınıf arkadaşım İzzet Özdemir’le paylaşmıştım. İlk toplantımız sanırım 12-14 kişiyle yapılmıştı. İlk toplantıya katılan arkadaşlar fazla umutlu gözükmüyorlardı. Çünkü plan basit adımlardan ve kitleselleşme taktiklerinden oluşuyordu: bildiri, afiş, pullama, pankart, telgraf, mektup gönderme vb. Hedef kitlemiz ilk aşamada okula gidemeyen sol kesimden arkadaşlar ile Dekan, Rektör, Cumhurbaşkanı, milletvekilleri, başbakan, bakan, basın, sendikalar vb. kesimlerdi. İkinci adımımız Kızılay’da ki bir kahvede toplanarak okula doğru yürüyüşe ‘eğitim hakkımız engellenemez’ sloganıyla yürümek olmuştu. Yürüyen ilk topluluğun 20-30 kişi civarında olduğunu söyleyebilirim. Okulun önüne kadar giden grup kapıda onları bekleyen, tehdit eden polisler ve onların arkasındaki ülkücülere karşı sloganlarını atarak tekrar geldikleri yere dönüyorlardı. Bu gidiş gelişleri Pazar hariç hergün tekrarlıyorduk. 1975 Aralık ayına gelindiğinde yani birkaç ay sonra yürüyenler 300-400 kişi civarına ulaşmıştı. 1976 yılı mart ayıyla birlikte yürüyüşler devam etmiş ve Nisan ayı sonlarında yürüyenlerin sayısı 1000 kişiye dayanmıştı. Bildiriler ve diğer propaganda araçları belki ilk başlangıçta belli bir rol oynamış da olsa hareketin kendisi(yani okula gidiş geliş) propagandanın ve mücadelenin ana tarzı olmuştur. Pratik bize kendi doğrusunu göstermiş ve biz de bunu benimsemiş ve geliştirmiştik. Buradan çıkan birinci ders:

Atacağınız en doğru adımı ve tarzı pratik belirler!

Yani; her koşulda gerekli ilk taktik uçmak değil basit adımlardır.

Hatırlayın 1978 yılı 16 Martında İstanbul Üniversitesine toplu olarak giden devrimci öğrencilerin üzerine bombalar ve silahlarla ateş edilmiş, 7 arkadaşımız ölmüş ve 50 yakın kişi de yaralanmıştı. Ergenekoncular yani kontr gerilla bu girişimi iki yıl öncesinde Sıhhiye köprüsü altında bize karşı denedi. Fakat önceden aldığımız tedbirlerle bu katliamı boşa çıkarmış ve karşı devrim güçlerini püskürtmüştük. Buradan çıkartılacak olan ikinci ders:

Hareketinizin güvenliğini kendi bağımsız güçlerinizle sağlamalısınız!

Karşı devrim güçlerinin mücadeleyi sekteye uğratmak için yeni taktikler geliştireceği açıktı. Hazırlıydık! Fakat zayıf tarafımız içimizde şiddet taraflısı grupların varlığıydı ve aldığımız kararlara uymayan disiplin anlayışlarıydı. Sınıf hareketinin veya örgütlülüğünün olmadığı her alanda bu sekterlik ve sertlik uluslararası bir karakter taşır.

Sanırım üçüncü ders:

Kitleleri örgütleme, sertlik ve dik durma gibi tarzlarla başarılamaz. onları örgütleme sabır, bilgi, cesaret ve istikrar ister!

Ayrıca mücadelemiz geliştikçe içimize çokça ajan sokulmuş ve önümüz kesilmeye çalışılıyordu. Hareketimize yönelik saldırı, Yol-İş sendikası salonunda yaptığımız tıka basa dolu 400-500 kişilik toplantı da gerçekleşti. Konuşmalara başlamıştık ki salonu resmi polisler bastı! Polislerin içeri girmesiyle birlikte sayısını bilmediğim silahlar yere atılmıştı. Evet! Silahlar bizden metrelerce uzakta olmasına rağmen İzzet ve benim adım anons edilmiş ve gözaltına bizler alınmıştık. Yani işgalin kırılma operasyonunu yöneten iki kişi hapse atılmıştı.

Buradan çıkartılacak dördüncü ders:

Hareketin yöneticilerini ve beynini özellikle korumak için bir taktik anlayışınız olmalıdır.

Yürüttüğümüz hareket biz cezaevine girince tavsamış ve moral bozukluyla birlikte gerilemişti. Sonuçta kitle bizleri beklemeye başlamıştı. Biz ceza evinden çıktığımızda yaz dönemi olduğu için tüm hazırlığımızı Ekim ayına göre yapmaya başlamıştık. Bizle beraber kitlesellik devasa boyutlara ulaşmıştı. Sanırım 1976 sonbaharında yürüyen kitle 1500 kişiyi aşmıştı. Gelişen gücümüz karşısında bir yanda ülkücüler telaşlanmış, diğer yanda da Dekanlık bir çatışma olmadan sorunu çözmek için harekete geçmişti: Bizleri ülkücülerle barış görüşmesine davet etmişti. Teklifi toplantımızda tartıştığımız da, dönemin grup şefleri teklifi kesinlikle reddetmemizi ve okula basıp girmemizi teklif ediyorlardı. Ne varki kitle İzzet’in ve benim tavrımı merak ediyordu. Biz, Dekan’ın teklifinin işgalin kırılması için bulunmaz bir fırsat yaratacağını söyleyerek soruna olumlu yaklaştık. Sonuçta kitle grup liderlerine rağmen yaptığımız teklifi kabul etti. Buradan çıkartılacak beşinci ders:

Hiç uzlaşma yok anlayışının devrimcilikle bir ilgisi olmadığı, aksine küçük-burjuva keskinliğin bir ifadesi olduğudur.

İzzet’in başkanlığında bir ekip görüşme için Fakülteye gitmişti. Sanırım birinci veya ikinci toplantıya gittikleri aynı gün 100-200 kişilik bir grubu tam uzlaşma görüşmesi sırasında okula göndermiştik. Çıkan çatışmalarda devrimciler ülkücüleri apansız yakaladıkları için üstün duruma geçmişler ve okula hâkim olmuşlardı. Ne varki polis okula girerek 170 küsür arkadaşımızı gözaltına almıştı. Dolayısıyla okul yine ülkücülerin kontrolüne girmişti ki bizden ikinci bir grubun ertesi gün okula girmesiyle karşı taraf tekrar şoka girmiş ve afallamıştı. Tutuklu arkadaşların salınıp okula gelmesiyle de denge tümüyle devrimcilerin lehine gelişmişti. Ve süreç içinde de işgal kırılmıştı. Son ders ise:

Mücadelenin tüm aşamalarında esas olan, darbeciliği değil zor olan kitleselliği gözetmek; iyi niyetli, genel çıkarları önceleyen önderleri kendi grubumuzdan olmasa da takip etmek; grup çıkarları, genel çıkarlarla çatışıyorsa grupçu anlayışı mahkûm etmek olmalıdır.

16.11.2018