Haftalık yazımı yazmak için masama oturduğumda bir çağrışımla aklımdan bir kaç konu geçirdim. O ara Almanya'dan çok sevdiğim bir arkadaşım aradı. “Haftalık yazımı yazmak istiyorum ama bir kaç konu arasında gidip geliyorum” dedim.  O da "aklından  ilk geçirdiğini yaz" diye yanıtladı. Ve böylece ilk aklıma düşürdüğümü yazmaya karar verdim: Dinler ve Dinsel Cemaatler.

Geçtiğimiz yüzyılda bilimsel ve teknolojik olarak olağanüstü gelişmelere tanık olduk. Köklerini 19. yüzyılda Marx-Engels ikilisinin şekillendirdiği Marksist felsefenin savunucuları, 20. yüzyılda onca bilimsel ve teknolojik gelişmeye rağmen tıpkı bir mirasyedi, ya da mirası kötü yatırımlarla kısa zamanda tüketenler gibi bu felsefeyi ve yöntemi olan diyalektiği hızla tükettiler. Bu süreçte yaşananlar hiçbir zaman kişi ya da grupların kötü veya iyi niyeti ile açıklanamaz. Ama ne ile açıklanabilir? İşte bunun nedenlerini merak etmeliyiz. Marksist felsefenin geleceği açısından kendimizle yüzleşmeliyiz. 

Kimileri 20 yüzyılda dinlerin önemli ölçüde kaybolacağını tahmin etmiş ve/ya ummuştu. İlk veriler tutmuş gibiydi, dünyanın birçok ülkesinde devrimler ardı arkasına geliyordu. Devrimci dalga her yeri sarmıştı. 

Kapitalizme karşı alternatif olarak gelişen sosyalizm; Marksist felsefe temel ilkeleri bakımından 20. yüzyılda oldukça önemli sınavlardan geçti. Bu felsefenin çeşitli determinist, tarihsel ilerlemeci, akılcı, pozitivist yorumları ileri sürülmüştür. Burada bu yorumların hepsini teker teker ele almak niyetinde değilim tabii ki. 

Peş peşe yaşanan iki dünya savaşı ve bunların neden olduğu yıkımlar, belli oranda dinden uzaklaşmayı getirdiyse de, çoğunlukla dinin karşısına çıkarılmak istenen "ilerleme" fikrinin sorgulanmasına ve insanların Tanrı inancına daha da yakınlaşmasına yol açtı. Bir diğer önemli husus da sosyalist/komünist iddialı Sosyalist Blok her türlü dini inanış ve örgütlenmeyi teminat altına alan bir laiklik uygulaması yerine, tek yanlı bir ateizmi tercih etmesidir.

Türkiye açısından baktığımızda; dinin toplumsal alanda yeniden güçlenmesine özellikle 1970'li yıllardan itibaren tanık olduk. Bu gelişmeye paralel olarak "fundamentalizm, köktendincilik" gibi kavramlarla açıklanmaya çalışan dinsel ideolojiler de siyasi platformda etkili bir rol oynadılar. (Ortadoğu genel olarak aşırı dinci şablona uymaktadır.)

12 Eylül sonrası  Aleviler arasında yaşanan kırılma dalgalarından biri de İslamcılık ve Kuran ile oldu. Ve geçmiş kültürlerinden hızlı bir kopuş yaşayarak dinsel  alevi cemaatleri oluşturuldu. Böylece Aleviler de İslam toplumu olarak aktifleştiler ve İslam'ın bir başka dinsel cemaati olup çıktılar.

Türkiye'de İslamcı ideolojinin  güçlü bir şekilde siyasi arenaya girmesi için 1970 yılını ve Milli Nizam Partisi'nin kuruluşunu beklemek gerekecektir. MNP'nin kapatılmasının ardından kurulan Milli Selamet Partisi seçimlerde üst üste başarılar kazanmış ama İslamcılığın gerçek tırmanışı 1979'daki İran Devrimi ile başlamıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin yol açtığı siyasi atmosferde İslamcılık, 1980'li yıllarda kelimenin gerçek anlamıyla "Altın Çağ'ını yaşadı. Ancak 1990'larla birlikte, ilk bakışta  gözle görülmeyen bu durum 28 Şubat 1997'deki o meşhur "süreç" ile birlikte net bir şekilde açığa çıktı.

ABD'nin bir projesi olan Ilımlı İslam gibi bir süreç başlatıldı. Aslında İslamcılığın çözülmesi tıpkı tırmanma döneminde olduğu gibi sadece Türkiye'de değil tüm İslam dünyasına özgü bir gelişmedir. Sovyetler Birliği'nin çöküşü tüm dünyada milliyetçiliği ve dinciliği güçlendirdi. Emperyalistler tarafından birçok ülkede ya dinciler ya da milliyetçiler iktidara getirildi. Ortadoğu coğrafyasında Emperyalistler cirit atıyor. Ülkeler kuruyor, ülkeler yıkıyorlar. Hem Başbakan atıyor, hem de  görevden alıyorlar.
 

Peki, bunun anlamı nedir? Her şeyden önce dincilerin gerçek yüzünü göstermiştir. Ganimetçi, rüşvetçi, vahşi ve katliamcı yüzleri açığa çıkmıştır. İlk bakışta birtakım cazibeler içermekle birlikte, insanların dinlerden beklentileriyle pek de uyuşmadığı söylenebilir. Bundan böyle dinler aracılığıyla çok büyük cemaatlere, çok büyük ideallere bağlanma arayışının giderek azalacağı sonucuna da varabiliriz. 

Nasıl ki bilimsel sosyolojide "yeni toplumsal hareketler" üzerine çalışmalar yoğunlaşıyorsa, din sosyolojisiyle ilgili literatürde de " yeni dinsel hareketler" giderek daha fazla ilgi çekiyor. Bu tür dinsel hareketlerin önemli bir bölümünün bir takım ortak noktaları olduğu söylenebilir. AKP'de karizmatik bir edayla ortaya çıkan RTE, yeni dinsel hareketler içinden sıyrıldı ve kitleleri, kendini  Allah'ın gönderdiğine inandırdı.

Türkiye'de yepyeni tartışmaları da beraberinde getirecek bir süreç yaşanacak. Dinsel cemaatlerin çatışkıları daha sık gündeme gelecek. Artık yolun sonu gözüküyor.