Yaşananlar nedensiz değil, dünyanın içine girdiği durumdan kaynaklı. ‘Soğuk savaş dönemi’ sonrası bulunan yeni stratejiler, ortaya çıkan yeni ‘merkez güçlerin’ konumlanma arayışı veya yarışıyla ilgili. Enerji kaynaklarının kontrolü, geniş pazarları ele geçirme planları. Yaşananları sağlıklı değerlendirmek için önce yanlışları bilmek, bulmak bir zorunluluk.



El Kaide’ye bağlı “cihatçı” bir birimin Charlie Hebdo dergisinin Paris’teki merkezine 7 Ocak günü yaptığı silahlı saldırı sonrasında gelişen olaylarda, 10’u gazeteci, 2’si polis, 4’ü rehine ve 3’ü militan olmak üzere toplam 19 kişi öldü.



Yapılan bir terördür. Nijerya’da, Suriye’de, Irak’ta yaşanan vahşet Avrupa’ya da taşınmıştır. Güncel söylemlerde dile getirildiği gibi Charlie Hebdo şahsında düşünce özgürlüğüne ve demokratik hoşgörüye saldırılmıştır. Her ikisi de insanlığın evrensel değerleridir.



İnsanlık bu değerlere öyle kolayca ulaşmadı. Fransa’nın kendisi, bu değerlerin büyük bedellerle kazanıldığı toprakların başında geliyor. Saldırı, Tanrı’yı insan öznesine değil, insan öznesini Tanrı’nın içine sokmaya çalışan yaklaşımlar dünyasında bulunanların, bu değerlere en çok ihtiyaçları bulunanlar olmaları nedeniyle trajik; değişen öznelliği anlayamamanın vermiş olduğu “cesaret”le saldırmaları ise komik, Don Kişot’luk.



Ama bütün bu yaşananlar nedensiz değil, dünyanın içinde girdiği durumdan kaynaklı. “Soğuk Savaş Dönemi” sonrası aranan ve bulunan yeni stratejiler, ortaya çıkan yeni “merkez güçlerin” konumlanma arayışı veya yarışıyla ilgili. Enerji kaynaklarının kontrolü, geniş pazarları ele geçirme planları. Yaşananları sağlıklı değerlendirmek için önce yanlışları bilmek, bulmak bir zorunluluk.



‘Medeniyet çatışması’na doğru mu?



Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı çalışmasında, insanlık tarihinin nispeten yakın olan döneminde savaşım süreçlerini krallar, ulus devletler, ideolojiler çatışması/savaşı olarak sınıflandırırken Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılından sonraki süreci ise, “medeniyetler çatışması” dönemi olarak değerlendirmektedir. Huntington’a göre ekonomik (o merkantilist dönemden başlatıyor), ideolojik ve siyasi çıkarlar, artık yeni çatışmaların nedeni olmaktan çıkmıştır. Foreign Affairs dergisinde, 1993 yılında yayınlanan makalesinde Huntington, “Benim tezim bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağının öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacağı. İnsan soyu arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadelenin kaynağı kültürel olacak” demektedir. Ve devamla, “Ulus devletler dünyadaki olayların yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve uluslar arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması, global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları, geleceğin çatışma hatlarını oluşturacak” diyerek, tezinin özünü ortaya koymaktadır.



Dünyada beş ayrı medeniyet bölgesi saptayan Huntington, bunlar arasındaki ilişki bölgelerini de çatışmaların hakim olacağı alanlar olarak göstermektedir. Tabii ki bu bir teori; tutar veya tutmaz. Ama teori düzeyinde de olsa bilinmesi gereken bir gerçek var: “Global politikaya hakim olacak” süreçte “fay hatlarında sürecek” çatışmaları sürdürebilirliğin temel koşulu, çatışma içine giren veya girecek olan güç/güçlerin yapısal bütünlüğüdür. Nasıl ki ideolojik (Huntington bundan önceki dönemi ideolojik çatışma dönemi olarak adlandırıyor) çatışma döneminde süreci belirleyen güçlü ve gelişmiş ekonomi olduysa, aynı durum “medeniyetler çatışması“ için de geçerli olsa gerek. Kendi iç dinamiği sağlam olmayan herhangi bir topluluk -bu medeniyet de olsa- uzun süreli bir çatışmayı sürdürebilir olma koşullarından zaten yoksundur.



Bundan önce olduğu gibi bundan sonra başlayacak olan “medeniyetler çatışması”nda da kural değişmeyecektir. Güçlü olan bütün direngenliğine karşın güçsüzü, yani iç yapısal bütünlüğü sağlam olmayan “medeniyeti” içeriden fethedecektir. Ekonomik olarak gelişmemiş “medeniyetler”, Huntington’un sözüne ettiği süreçte de “gelişmiş medeniyetlere” bağlı kalmaya devam edeceklerdir.



Bir “medeniyet” bölgesi olarak gösterilen İslam dünyası, bu özellikte olan bir “medeniyet” alanıdır. Bir medeniyet de olsa, yapısal bir bütünlükten yoksundur. İşte İslam dünyasının iç yapısal durumu: “57 İslam ülkesinin birbirleriyle ticaretleri, dış ticaret toplamlarının ancak yüzde 10’unu oluşturuyor. (...) kişi başına ortalama gelirin 2 bin 631 dolar olduğu Müslüman dünyada, en zengin İslam ülkesi ile en fakir arasındaki gelir farkı tam 300 kat. Kişi başına 53 bin dolar gelirin düştüğü Katar en zengin İslam ülkesiyken, 177 dolar düşen Etiyopya, en fakir ülke.” (Metin Çetin, 15.10.2012, Taraf)



Açın zengini, zenginin açı kovaladığı bu “medeniyet” diyarında, bir başka medeniyete karşı nasıl bir ittifak kurulur, kurulsa bile bu ne kadar sürer?



Bir diğer olgu, bugün şiddetli çatışmaların yaşandığı alanlar (İslam coğrafyası), “Batı medeniyeti” ile olan “fay hatlarında” değil. Çatışmalar, “fay hatları”nın çok gerisinde, aynı medeniyetin parçası ülkeler arasında veya iç savaş biçiminde sürmektedir. Savaş oralarda yıkıma, acıya ve yoksullaşmaya neden olmaktadır. Bu çatışmalarda ölenler de doğal olarak o bölgelerde yaşayanlardır. Türkiye Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Dünya Müslümanları Temsilcileri’nin İstanbul’da gerçekleştirdiği toplantının ardından yaptığı açıklamada, “Günde bin Müslüman katlediliyor, bunun yüzde 90’ı Müslüman bir kardeşi tarafından” diyerek bir yanıyla da bu duruma bir açıklık getirmiş oluyor. (Radikal; 19.07.2014) Ama buralardaki ulus devletler içinde yaşanan çatışmaların bir boyutunun da, kendi içlerinde bir medeniyet çatışması olduğunu söylemek yanlış değil. Bunun dışında yaşanan süreci bir medeniyetler çatışması olarak göstermek, toplumların geçmişten süregelen farklılık ve ayrılıklarını bir çatışma havasına sokmak gibi bir şey olur.



Amacım Samuel Huntington’un bu tezini tartışmak değil. Ama bu tezin büyük bir insan topluluğunu etkilediğini de söylemeliyim. 12 Mart 1947 yılında tanıtılan Truman Doktrini’nde sanki buna benzer kavramlar kullanılmamış gibi Amerika’nın şimdilerde bu tez doğrultusunda hareket ettiğine inanan insanların sayısı az değil. Bu sıcak atmosferde, Paris’te gerçekleşen terör saldırısını bu tezin dayanakları olarak öne sürenler de yok değil. Hatta ve hatta bazı güçlerin kendilerini buna göre konuşlandırma hazırlığı yaptığını...



‘İslam düşmanlığı’, ‘İslamofobi’ söylemleri kışkırtıcı



İslam ideologları, din adamları ve politikacılarının soruna yaklaşım biçimi ve kullandıkları kavramlar değişmiş değil. Soruna, “Batı, İslam düşmanıdır” veya “Batı, İslamofobi üretiyor” biçiminde yaklaşmaktadırlar. Kanlı savaşlar sürecine kadar uzanan çatışmalı bir geçmişin kuşaklar üzerinde önyargılı yaklaşımlar bırakma olasılığı reddedilemez. Ama bunlar önyargıdan öte yaklaşımlardır. Fobidir. Bulundukları yeri hala terk etmemiş olmalarından, soruna “Müslüman-kafir” gibi ilkel bir çerçeveden bakıyor olmalarından kaynaklıdır.



Ne ki, o günden bugüne çok şey değişti; toplumlarda büyük değişimler oldu. Sanayi Devrimi Avrupa’da gerçekleşti ve bunun sosyal yaşam gibi din üzerinde de değiştirici-dönüştürücü etkileri oldu. Bu değişimler, İslam coğrafyasının da içinde olduğu bütün dünyayı etkiledi. Batılı değerler (insan hakları, düşünce özgürlüğü, yaşam tarzı) kavramı oluştu. Bütün bu süreçte Batı kendisini İslam’dan değil, İslam kendisini Batı‘dan koruyan taraf oldu. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, demokrasi gibi kavramlardan ürktü, onlara kapılarını kapattı. Batı’dan gelen her açılımı kendisi için tehlike gördü ve hala görüyor. Bu katı değişmezlik ortamında, kendisini dayatma yoluna gitti. Farklı düşünen ve hareket edenlere tahammül edemedi. 1980 yılında Ortodoks İslam’ın kıskacına girdikten sonra ise bu durum, saldırı boyutuna yükseldi.



Şeytan Ayetleri kitabı 1989 yılında yayınlandığında, İran başta olmak üzere İslam dünyasında kızılca kıyamet koptu. İran’ın ruhani lideri Humeyni, kitabın yazarı Hint asıllı Salman Rushdie’nin öldürülmesi için fetva çıkardı. Ardından 2004 yılında Müslüman kadınlar hakkında film yaptığı için Hollandalı yönetmen Theo van Gogh öldürüldü. Bir yıl sonra Danimarka’da çizilen Hz. Muhammed karikatürleri gerekçe gösterilerek birçok ülkede batılı büyük elçiliklere saldırıldı. 2012 Eylül’ünde Amerika’da gösterime giren “Müslümanların Masumiyeti” filmi nedeniyle İslam coğrafyasında saldırı boyutlu gösteriler oldu; Libya’da biri Amerikan büyükelçisi olmak üzere 4 kişi linç edilerek öldürüldü; Mısır’da Hristiyan mahallelerine saldırıldı.



Peki İslam coğrafyasında (bilinçli veya bilinçsiz) diğer dinlere hakaret edilmiyor mu? Hakarete uğrayan, incinen dinin insanları bunlara nasıl tepkiler veriyorlar? Örneğin; Hinduizm’de inekler, “kainatın anası olan Tanrıça Devi”nin sembolü olarak görüldükleri için kutsaldırlar. Yine Êzîdî inancında kutsal olan Melek Tawus (Êzîdîler bu ismi telaffuz etmezler) affedilmiş Şeytan’dır. Bir başka din için kutsal olan İnek ve Şeytan’ın İslam coğrafyasındaki yeri nedir? Bu soruyu Müslümanların kendilerine sormaları gerekmiyor mu? Bir karikatür hakaret ise İslam coğrafyasında ineklere ve Şeytan’a dair yapılanlar, söylenenler ne oluyor? (Burada bir not düşmeliyim: Kıyaslamamdan, “Dine ve değerlerine hakaret edilebilir” sonucu çıkarılmasın. Dünyanın, toplumların değiştiği ve toplum ve inançların birbirilerine karşılıklı empati göstermesi gerektiği görüşündeyim.)



Son örnek olarak Almanya’daki Bielefeld Üniversitesi’nde okuyan Türk ve Müslüman gençlerle İslam üzerine yapılan araştırmanın sonuçlarını da vereyim: Araştırmayı yürüten Prof. Helmut Schröder ve Joachim Müller. 21-25 yaş arasındaki 1221 Müslüman Türk kökenli gençle İslam üzerine konuşmuşlar. Araştırmaya katılan gençlerin yüzde 49’u, “Türkiye ve Almanya’da hayat, Kuran’a göre düzenlenmelidir” görüşünde; yüzde 35.7’si “eğer İslam toplumuna hizmet ediyorsa kafirlere karşı kaba kuvvet kullanmaya hazır olduğunu” söylüyor; üçte biri ise, İslam dininin tüm ülkelerde devlet dini haline gelmesi gerektiğine inanıyor.



Şimdi bu araştırma Almanya’da değil de Türkiye’de ya da Suudi Arabistan’da yapılmış olsaydı bu gençler nelerle karşılaşırdı? Türkiye’de Alevi çocuk ve gençlerin şiddet ve ayrımcılığa uğramamak için inancını gizlemek zorunda kaldığını hatırlatmak yeterli sanırım.



Karl Marx, 1870’li yıllarda, “İletişim araçlarının gelişmesi, halklar ve kültürleri birbirine yakınlaştırır” saptamasını yapıyor. Toplumların artık birbirlerinden izole edilerek tek başlarına yaşama koşulları ortadan kalkmıştır. Beslenme, sağlık, bilim, uzay gibi birçok alanda giderek dünyada ortak akıl oluşuyor. Bu ortak akıl kültür-sanatta, yaşamın diğer alanlarında da oluşuyor. Biraz sloganımsı bir cümle olacak ama dünya halkları arasında “Batı İslam düşmanıdır” gibi eski “ölü” çelişkileri canlandırarak bu gerçeği zorlamaya kalkmak, bazı kesimleri belki ürpertir ama insanlığın evrenselleşen değerler etrafında toplanmasını engelleyebilecek güçte olmayacaktır.



Soruna kaynak aranıyorsa...



İslam dünyası, Farabi, İbn-i Sina, Ömer Hayyam gibi büyük aydınlar yetiştirmiştir. Bunlar İslam üzerinde büyük emekleri olan aydınlardır.



İslam coğrafyasında meydana gelen olaylar tesadüfi değil. Gelişmelere bakılırsa 1500 yıllık bir geçmişe sahip olan İslam, yeniden keşfedilmeye kalkışılmış bulunuyor. Neden?



Bugün İslam’ın öncülüğüne soyunanların çapları ne? Tutarsız bir politik kimlik sahibi olmalarından başka bir özellikleri yok. Bu çaplarıyla İslam’ı yeniden yorumlamaya kalkıyorlar. Nasıl bir İslam istedikleri ise ortada. Bugün İslam adına terör estirenler, İslam’ı sahiplenme değil bitirme projeleri.



Ama İslam coğrafyasına sahip olmanın siyasi, ekonomik büyük kazançları var. Bunlar üzerine hesap yapanlar sadece yerel güçler değil. Uluslararası merkez güçler de bu alan üzerinde büyük hesaplar yapmaktadırlar. Ayrı bir yazı konusu ama İslam coğrafyasının bugün içinde bulunduğu durumun asıl nedeni budur. Tabii ki bunun bir geçmiş hazırlığı var. On yıllar öncesine kadar uzanan kapsamlı, planlı bir hazırlık. İslam olgusu bu planın ana karakterini oluşturuyor. Ortodoks İslam’ın bu koşullarda doğması bir tesadüf değil.



İslam’a yeniden dizayn edilmek isteniyor



İslam, ideolojik olarak bugün iki uç, Dubai yaşamı ve IŞİD-El Kaide-Boko Haram yaşamı arasında sıkışmış bir hal yaşıyor.



Dubai ucunda (Türkiye de dahil, Müslüman ülkelerde oluşan yönetici, elit tabakalar Dubai yaşamını temsil ediyorlar) Kuran’ın günah saydığı ihtişam, lüks, israf, şehvet, her şey var. “Kafir Batı’nın” sunduğu zenginliğe, mala, lükse dair ne varsa hepsini hayvani bir iç güdüyle sahipleniyor ve tüketiyorlar. IŞİD-E Kaide-Boko Haram İslamı ise Müslümanlara Dubai İslamı’nın tam tersini, çağ dışı bir dünyayı sunuyor. Dubai rahat ve refahı, diğeri ise yoksulluk ve eziyeti yaşıyor. İki kamp: Zenginler ve yoksullar.



Zenginlerin dünyalarını yoksullardan korumaları için yoksulların biriktiği kampı kontrol altına almaları sınıflar savaşımının bir gereğidir. Dubai ucu cenneti bu dünyada yaşarken, yoksul Müslümanları diğer dünyaya hazırlıyor: Eziyet ve yoksulluğu sorun yapmadan koşulsuz itaat vaaz ediliyor.



Ayrı bir yazı konusu ama aslında her iki uç da bir proje. İslam’a bu iki proje arasında yeni bir biçim verilmeye çalışılıyor. Bu nedenle İslam dünyasında sürmekte olan bu savaşımın daha uzun yıllara yayılacağı gerçeğini aklımızda tutmamız gerekiyor. Dışarıdan bakıldığında “medeniyetler çatışması“ olarak görülen şey, aslında bu dünyanın dizaynından başka bir şey değil.



Ortodoks İslam’a sürükleniş



İslam dünyası çok çalkantılı bir süreçten geçiyor.



Müslümanlar bir anda Ortodoks bir İslam’la karşı karşıya kaldılar. Bu radikal-fundamentalist anlayış, liberal Müslüman din adamları, aydınlar ve siyasal yöneticiler üzerinde büyük bir baskı kurmuş durumda.



Peki bu sürece nasıl gelindi?



Müslüman Kardeşler’in tarihi çok daha eskilere dayanıyor. Amerika’nın koruması altında kuluçkada kaldı hep. Ama uzun yılar Fransa’da kalan Humeyni’nin 1979’da İran’da iktidara gelmesi, Ortodoks İslam’ın doğuşu, miladı oldu. İran’da kurulan şeriat rejimi, İslam coğrafyasında etkili oldu ve özellikle Sünni rejimleri baskıladı. Sünni İslam’ın kendi ideolojik merkezinin yaratıldığı 1990’lar ortasında ise artık süreç durdurulamaz noktaya geldi. Bu süreç önce, “İslam’ı kim daha iyi temsil ediyor” yarışına, sonra da kaçınılmaz sona, çatışmaya dönüştü.



Bazılarının “İslam’da radikalleşme”, bazılarının ise “İslam’ın yorumu” dedikleri bu durum, İslam dünyasını allak bullak etti ve bir iç karışıklığa, çatışmaya sürükledi. İçte etkili olma yarışında İslam’ın dış dünyaya karşı sahiplenilmesi de önem kazandı. Eski “kör” çelişkiler körüklendi; Yahudilik ve Hristiyanlıkla sürtüşmeye girildi. Davos’ta yaşananlar bu planın bir parçasıydı. Şiddetin devreye girmesiyle de iş çığrından çıktı; halifelik yarışı başladı. Bu yarış İslam coğrafyasını aşarak Paris gibi alanlara sıçradı.



Sünni İslam dünyası bugün El Kaide ve IŞİD arasında bir tercihle karşı karşıya. Bunlara ağabeylik yapma yarışında olan devletler de cabası. Hangisinin kazanacağı sadece içteki duruşlarına bağlı değil, dışarıdaki duruş ve tutumlarına da bağlıdır. Bu nedenle dışarıda etkili eylemler yapma yarışına girmeleri büyük bir olasılıktır. Altyapı özellikleri bakımından Avrupa, İslamcı terör örgütleri için elverişli bir alandır. 3 bin militanın Avrupa’dan gittiği ve ardıllarının da olduğu-olacağı gerçeğinden hareketle böyle düşünüyorum. Hatta çıkacak daha radikal küçük örgütlerin büyüklerinden daha önce davranabilecekleri olasılığını da göz ardı etmemek gerekiyor. Bu terör örgütlerini besleyen ama bunu yaparken uluslararası hukukun denetiminden kaçan ülkelerde de benzeri terör saldırılarının gündeme gelebileceği beklentisi içinde olmak gerekir. Bu ülkelerde gelecek terör saldırıları destekçi ülkenin uluslararası hukuktan korunması amaçlı olacağından zararı yine sivil ve savunmasız insanlar görecektir.



Bu ortamda ise 11 Eylül benzeri yeni olayların yaşanması olasılık dışı değil.



YARIN:



* İslam dünyası reform sancıları çekiyor



* Müslüman göçmenleri bekleyen zorluklar



* Paris cinayetleri sonrasında: Nasıl bir Avrupa?