Bu konuda ülkemizde birçok ilerici kesimlerde gizli bir bekleyiş, hatta bir umut olsa da ne yazık ki bunlar gerçeklerin soğuk duvarında sönüp gitmektedir.

Gezi olaylarının kitleselliği ve içerik olarak siyasi dolgunluğu bu umudu besliyor olabilir fakat bu da, 2013 olaylarının doğru bir analizini içermemekten kaynaklanıyor diyebilirim. Sorun Fransa’da ki olayların ekonomik-demokratik temelli olmasına rağmen yani Gezi olaylarından daha geri bir hedefi içermesine rağmen benzer bir olayın ülkemizde gerçekleşme şansı bugün için hemen hemen imkânsız.

Yukarıdaki tespitimi isterseniz küçük örneklerle gözden geçirelim.

Ülkemizde işçiler, üreticiler, esnaf hatta orta gelir düzeyi olan kesimler Fransa’da ayaklanan kitlelerden ekonomik olarak daha kötü durumda olmasına rağmen, 1970 lerin üretici protestoları ve İşçi sınıfının görkemli başkaldırısı düzeyine ulaşması birçok nedenlerle mümkün değil. Bu konuda en önemli faktör iktidarın dikta dönemlerini aratan baskı ve şiddet politikasıdır. Ayrıca ülkemizde üreten kesimler dinin ve ırkçılığın ideolojik ablukası altındadır. Bu nedenle rejimin elden gittiğini düşünen Atatürkçü kesimlerin hareketliliğine bile şahit olabiliriz fakat emekçilerin kitlesel bir başkaldırısı veya gösterisine bıçak kemiğe dayanmadıkça herhangi bir hareketliliğine şahit olamayız.

Bu konuda şunları hatırlarsınız sanırım: 

İşçi sınıfı hareketli olduğu alanlarda ekonomik temelli bir mücadele ve yasal sınırlar içindedir. Üreticiler adını verdiğimiz köylülük kesimi ise sorunları için mücadelesini ürünleri aracılığıyla yürütür: sütünü, domatesini, patatesini, fındığını vb. ürünlerini sokağa döker. Esnafta benzer bir mücadele yöntemini benimsemiştir: kepenk kapatır veya kullandığı aletleri parçalar. Bu konuyu bayağılaştıran sağcı kesimler de onları taklit ederek milliyetçiliği yaygınlaştırmak için ya dövizleri kıyma yapar ya da ülkelerin mallarını parçalar vb. Daha da dramatik olan; insanlar gelişen ağır koşullar nedeniyle protestolarını kişisel eylemlilik düzeyine indirgemiş bulunmaktadırlar: canlarına kıyarak protesto. 

Yukardaki gerçeklere bir de tarihsel arka planı eklemeliyiz:

Toplum asırlardır ‘devlet baba’ imajının etkisi altında iken 68 kuşağıyla birlikte başkaldırı kültüründen etkilenmiş ve 1970 yazında onun yöntemiyle harekete geçtiğinde 12 Mart ve 12 Eylül’le ezilmiştir. İki gelenek arasında bir dönem sıkışıp kalan kitleler sonunda ara bir yol bulmuştur: intiharlarla, malların imhasıyla, efsanelerle, ağıtlarla, darbe beklentileriyle, sözde en keskin fakat sıfır eylem içeren bir çizgidir bu. Tüm bu örnekler de göstermektedir ki ülkemizde ki koşullar hem nesnel hem de öznel açıdan kitleselliğe uygun değildir. Bir de bu gerçeğe Devrimci kesimlerin 100 küsür gruba bölünmüş olduğunu eklersekkısa vadede ülkemizde bilinçli bir kalkışmayı beklemek bilim dışı olacaktır. Tabi kendiliğinden hareketler her zaman olabilir. Tıpkı 301 madencinin yer altına gömüldüğü Soma’da tüm güvenlik tedbirlerine, göz korkutma ve teröre rağmen RTE’nin protesto edilmesi ve onun kendini kalabalığın hışmından zor kurtarması gibi.

Ülkemiz aslında tarihte görülmemiş ağır bir krizin eşiğinde. Geçmişte yaşanan tüm krizler ister politik isterse ekonomik olsun emperyalistlerin müdahalesi ve kısmi de olsa doğru üretim politikalarıyla derinleşmeden atlatılmıştır. Fakat 16 yılık AKP iktidarı, ülkenin tüm kaynaklarını, ayakta durmasını sağlayan tüm payandaları ortadan kaldırarak buradan üretilenleri kişiselleştirmiş-hortumlamış ve sosyal ağı tümden parçalamış ve yerine İslamiyet’i ikame etmiştir: sosyal kurumlar, araziler satılmış, doğa alanları rant uğruna yok edilmiş, üreticilerin-köylülerin desteklenmesi kaldırılmış hatta kösteklenmiş, fabrikalar yerine inşaatlar kalkınmanın temeli yapılmış ve toplumun geri kesimleri hızla kutuplaştırılma stratejisine uygun olarak ülfet dağıtımı ile kendilerine bağlanmıştır. Ayrıca destek ve alternatif olarak sunulan İslami payanda, dini kurumların ve öne çıkan figürlerin ahlaksızlığı ön plana alan açıklamaları-uygulamaları ve de Kanka olarak sunulan FETÖ cemaatin deşifresiyletoplum manevi çaresizliğin dayanılmaz boşluğuna itilerek çökmüştür. RTE’nin Ergenekon’a, ırkçılığa sarılmasının arkasında yatan gerçekte budur.

Kriz, ABD Yönetiminin son günlerindeki desteğine rağmen ülkemizde derinleşmektedir. Bunu ekonomik edebiyatın tanımlarıyla değil emekçilerin alım güçlerinde ki % 50’lileri aşan azalma seyrine bakarak görebiliriz. 

İlericiler, devrimciler hatta sosyal olanlar açısından bugünkü koşullar açısından yapılacaklar bellidir: 

BİRİNCİSİ; hidrojen atomunun birleşmesinden daha zor olmasına rağmen birleşmeyibaşarmak, 

İKİNCİSİ; kitlelerin eğitimini “AKP’ye oy vermişler beter olsunlar”, “başı türbanlı gebersin”, “ Kürtlerle işim olmaz”, “ Atatürkçülük faşizmdir” vb anlayışları bir yana bırakarak hem kitlelerin kazanılması hem de muhalif olan tüm kesimleri bir araya getiren taktik adımların atılmasını hedeflemek, 

ÜÇÜNCÜSÜ; seçimlerden bir şey çıkmaz diyerek boş protestolar, boykotlar yerine, seçim hilelerinin varlığına ve sonuçlarının tüm olumsuzluğuna rağmen seçimleri kitlelerin aydınlatılması sürecinin bir parçası olarak ele alınması gerektiğidir.

Kriz derinleştiğinde yani bıçak kemiğe dayandığında iktidar bloğunda ki çatlakların derinleşip fırsatlar sunması dâhil tüm kazanımlar yukardaki tedbirler alındığında sosyal hanemize zafer olarak yazılacaktır.

Zafer için doğruları söylemek yetmiyor doğruların tüm sıkıntı ve engellere rağmen kitlelerle buluşmasını sağlamak gerekiyor.