2015 yılının son ayında yazar/avukat Kemal Derin, İzmir Akademisi`nin Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu kararını aldığını, sempozyuma bir bildirimle katılabileceğimi belirttiğinde oldukça heyacanlanmıştım.

Kendisi, edebiyatçı, müzisyen ve oyuncuların da bulunduğu bir toplulukla 2014 Nisan’ında Karaburun`da bir araya gelerek Unesco ve Türkiye kamuoyuna yönelik çağrı yapmıştı. Bu çağrı film şeridi gibi o an gözlerimin önünde geçivermişti. Ben de 2016’nın Börklüce Mustafa yılı ilan edilmesi yönündeki basın açıklamalarını desteklemiş, sonucu da sabırsızlıkla beklemiştim.

Aralarında sanatçı Zülfü Livaneli, müzisyen Emre Saltık, İlkay Akkaya, Şair Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Enver Aysever, Atilla Sertel, Ahmet Işıktaş ve genç kuşağın ünlü müzik gruplarının bulunduğu 59 kişinin çağrısı, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kabul görmesi ne kadar anlamlı ve yerinde olduğu sempozyum sonrası yapılan yorum ve kapanış konuşmalarında bir kez daha görüldü.



1416 yılındaki ayaklanmanın üzerinden tam 600 yıl geçmiş! Altıyüz yıl önce yaşananları tam olarak ortaya çıkarmak mümkün olmasa da konuya belgesel ve bilimsel yaklaşmanın zamanı çoktan gelmiş geçmişti. İzmir Büyükşehir Belediyesi`nin 2016 yılını ayaklanmanın 600. yıldönümü nedeniyle Börklüce Mustafa Yılı ilan etmesi ve alt birimi olan İzmir Akdeniz Akademisi`nin ilk kez Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu düzenlemesi, tarihi bir sorumluluğu başarıyla yerine getirirken, İzmir açısından da büyük bir “kazanç” olduğunu vurgulmak gerekir. “Kazanç” olgusunu aklım yettiğince açıklamaya çalışacağım!

Kazanımlara geçmeden önce yukarıda kendimle ilgili yarım bıraktığım “heyacan” duygusunu okuyucuların affına sığınarak biraz daha irdelemek istiyorum. Kemel Derin`in sempozyuma katılabilirsin söyleminden sonra gerçekten de çok heyacanlanmıştım. Nasıl heyacanlanmam, çünkü o aralar, -ki hala üzerinde çalışıyorum; Alman yazar Leopold Schefer‘in 1839 de yazdığı ‘Güneşin Altında Çarmıha Gerilenler’ adlı romanı üzerinde çalışıyordum. Romanı sempozyuma yetiştirme düşüncesi, çeviri üzerindeki çalışma tempomu hızlandırmış olsa da bu düşünceden kısa zamanda vaz geçip tekrar eski tempoma döndüm. Çeviri Börklüce Mustafa ve mücadele arkadaşlarına layık olmalıydı. Onun dışında 1830 yılında, yaklaşık bir yıl Arapça ve Osmanlıca öğrenip, 1830 yılının dört ayını İzmir-Çeşme-Karaburun üçgeninde geçiren, sosyal devrimci olarak betimlediği Borklüce Mustafa romanını yazan Leopold Schefer`e haksızlık etmiş olurdum. Sempozyuma “Alman Kaynaklarında Börklüce Mustafa Ayaklanması” başlığı altında kaleme aldığım bildirimle katılmaya karar verdim. İzmir Akdeniz Akademisi`nin başvuru metnini doldurup, beklemeye başladım. Kabul göreceğinden emindim. Beklemeden hemen hazırlıklara başladım. 2016 yılının ilk ayında sempozyuma katılacağım haberini aldım. Heyacanım geçen her gün artıyordu. Nasıl artmasın ki?.. tam 600 yıl sonra hem de Gezi ruhunun ülkenin her köşesinde dipdiri dolaştığı bir dönemde yapılıyor olması, Gezi’yi daha iyi anlamak ve değerlendirmek için insanlara bir kapı daha aralamaktı. Börklüce’nin isyanını anlamak için Gezi’nin yarattığı ivmenin bize ilham yaratacağından hiç bir kuşkum yoktu. Sempozyumu düzenleyenleyen Akdeniz Akademisi`nin tanıtım bültenlerinde Gezi`ye gönderme yapmış olmaları yaklaşımlarımın doğru olduğunu gösteriyordu.



Ayrıca siyasal İslam’ın dibe vurduğu bir dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına bakmak direnenler için bir ufuk sağlayacağından kuşkum yoktu! Bugün içinden geçtiğimiz karanlık ve kaotik ortamın bu isyanla birlikte insanlara yeni alternatifler yaratacağı kesindi.

Bildirim hazırlığı sırasında en çok zorlandığım konuların başında verilen 20 dakikalık süreydi. Bu süreye sadık kalarak bildirim bütünlüğünü bozmadan özetin özetini çıkartıp sunmanın dinleyenler açısından yararlı olabileceği yönünde kuşkularım vardı ve sempozyum sonrası bu kuşkularımda haklı olduğumu gördüm. Eğer konuşmanızı 20 dakika ile sınırlı ise öncesinde metnin üzerinde ne kadar çalışmış olsanız da, yerine getirmeniz zor oluyor. Benim sunumumda böyle oldu. Maalesef 20 dakikayı aşmamdan dolayı, sunuma başlamadan önce yaptığım 2-3 dakikalık selamlama ve teknik açıklamadan dolayı bir kaç sayfayı atlamak ve sonuç bölümünü hızlı bir şekilde okumak zorunda kaldım. Olsun.. bu ilk sempozyum deneyimimdi ve bir sonraki sempozyumlarda verilecek olan zaman sınırlamasının nasıl üstesinden geleceğimi; 20 dakikalık bir zaman içinde, vurucu ve önemli başlıkları öne çıkması gerektiğini artık biliyorum.



Giriş bölümü biraz uzattım, sonlandırıp sempozyumun kazanımlarına geçmek istiyorum. Kananımlara geçmeden önce sempozyumu A´dan Z`ye başarıyla yürüten Akdeniz Akademisi ve çalışanlarına, İzmir Büyük Şehir Belediyesi`ne, ismini bilemediğim, sempozyum sırasında katılımcıları ve sempozyum konuklarına rahat bir sempozyum geçirmelerini sağlayan herkese çok ama çok teşekkür etmek istiyorum.

Sempozyum kazanımları

İsyandan 600 yıl sonra gerçekleştirilen Börklüce Mustafa Sempozyumu, İzmir açısından “yer”, “zaman” ve “dönem” olarak ele alındığında karşımıza çok ilginç verilerin çıktığını görüyoruz.

Yer: Sempozyumun isyanın ve paylaşımcı toplumun yeşerdiği topraklarda (İzmir-Karaburun) 600 yıl sonra gerçekleşmiş olması çok anlamlıydı. Bu sempozyum İstanbul´da yapılmış olsaydı, İzmirde yaşanan ve yaşatılan heyacan bu kadar görkemli olmazdı. Sempozyumda çok duygusal anların yaşandığına ben şahit oldum ve bu derin duygusallığı sempozyum süresi içersinde kendim de yaşadım.

Zaman: Yukarıda belirttiğim gibi Gezi`nin yıldönümüne denk gelmesi ve sempozyumun ücüncü gününde 1416 İsyanı ile Gezi İsyanı arasında parelellik kurulması, ve bu parelelliği sunumlarıyla genç kuşakların üstlenmesi önemliydi.

Dönem: Siyasal İslam’ın dibe vurduğu bir dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına bakmak direnenler için bir ufuk sağladı. Bugün içinden geçtiğimiz karanlık ve kaotik ortamın bu isyanla birlikte insanlara alternatifler yaratması anlamında olumlu olabileceğini muhakkak ve Börklüce ışığı, 600 yüz yıl sonra İzmir semalarında tekrar göründü.



Börklüce Mustafa Sempozyumu, İzmir açısından “yer”, “zaman” ve “dönem” olarak ele aldık ama İzmir açısından farklı üç boyut daha karşımıza çıkmakta. Onlara mutlaka değinmek gerekli.

Dönem dönem, siyasi konjuktüre göre uygun olarak dillendirilen “Gavur İzmir” yakıştırması var ya… işte tam bu yakıştırma üzerinde durmak gerekir; sempozyum İzmir`in bir kez daha bu yakıştırmanın hakkını vererek “Gavur” olduğunu bir kez daha kanıtladı. İzmir `in 1415-1416 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne karşı Karaburun yarımadasında örgütlenen Türk köylülerine, Rum denizcilere ve Yahudi esnaflare sahip çıkması bunun kanıtı.



İkinci olarak iktidar tarafından kuşatılmaya çalışılan İzmir´in, kuşatmaya Börklüce Mustafa felsefesini derinleştirmesi halinde güçlü bir kalkan yaratabileceğini düşünmekteyim. İzmir`de dönem dönem ortaya çıkan milliyetçi damar da Börklüce felsefesi etrafında kenetlenir, kendi çizgisini gözden geçirip, eşitlik ve paylaşımcı çizgiye yaklaşırsa, oluşmaya başlayan kalkanın daha güçlü olabileceğinden emin olabiliriz.
Sempozyum sonrası yapılan değerlendirmelerde Börklüce Mustafa`nın bir marka olduğunu ve bu markanın İzmir`e olumlu yönde yansıyacağı doğrultuda bir görüş belirtilmişti. (sanırım Levent Hocam bu tespiti yaptı) Bu doğru! Doğru olmayan, Börklüce bu sempozyumla marka olmadı, o ezilen halkın gönlüne 600 yıl önce tahtını kurmuştu, O gönüllerin ışığı, güneş ülkesinin piri, ezilenlerin Dede Sultanı`ydı ….O anlamda bir marka zaten!

Yine sempozyum sonrası yapılan yorumlarda, gerçekleşen Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu`nun postmodern bir sempozyum havasında geçtiğini, bilim adamları dışında halktan insanların katılımıyla daha renkli ve heyacanlı olduğu yönündeydi. Bu tespiti sanırım Yunanistan`dan katılan araştırmacı Dr. Dimitri Michalopoulos yapmış. Ben de bu tespite katılıyorum ve sırası gelmişken kendi gözlemlerimi de aktarmak isterim. Dinliyicilerle yaptığım bire bir sohbetlerde, sempozyum dilinin akademik olduğu, bir günde 3 bazen 4 oturumun fazla olduğu, bir konuyu özümseyemeden bir sonraki konuya geçildiği, soru ve cevap bölümüne ayrılan zamanın (genelde 20 dakika ayrılmıştı) az olduğu yönündeydi. Ama tüm konuştuğum kişilerde, 600 yıl sonra yapılan sempozyumun heyecanını gözlerinde görebilmek mümkündü. Bu heyacan sempozyumun tüm eksikliklerini olumlu yönde görülmesine vesile oluyordu.

Michel Balıvet`im sağlık nedenlerinden dolayı sempozyuma katılaması büyük bir kayıptı. Kendisine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

1416 yılındaki isyanın en önemli kaynaklarından biri, hatta tek kaynak olan Bizanslı tarihçi Dukas dır. 3 günlük sempozyumda en fazla dile kişilerden biri olmasına rağmen Dukas`ı irdeleyen bir bildirim sunulmamıştır. Bu büyük bir eksikliktir.

Bir diğer eksik kalan taraf, Aydınoğulları Beyliği hakkında sunum yapılmamış olması. Aydınoğulları`nın en önemli özelliği halk desteğini arkasına alan isyanların beşiği de olmasıdır. O bölgeyi tarihsel akış içinde biraz incelemek ve anımsatmak gerekiyor diye düşünüyorum. Aydınoğlları Beyliği’nin Ege’de deniz trafiğini ellerinde tuttuklarını, payitahtın haberi olmaksızın değişik deniz seferleri düzenleyip zaferler elde ettiklerini, Aydın Eli’in, Karaman Beyliği ile birlikte Osmanlının başına dert olan iki beylikten biri olduğunu biliyoruz.

Sempozyum bildirimlerinin persfektifi



Sempozyumda yeni bilgi yoktu! Sempozyum öncesi yeni olduğu varsayılan, Tasvirül Kulüp (Kalplerin Tasviri) kitabının her iki yazarları, sunumlarında yapmış oldukları çalışmanın Börklüce Mustafa`ya ait olup olmadığı konusunda kafalarda var olan kuşkuları gideremediler! O nedenle sempozyumda yeni bir bilgi yoktu tespiti çokça dile getirildi.

Sempozyumda Börklüce İsyanı bağlamında Osmanlı Devleti`nin kuruluş dönemini iredeleyen Prof. Dr. Levent Kayapınar`ın, Osmanlı`nın kuruluş yıllarında tüm dinlere eşit mesafede yaklaştığını, ırk dil din ayrımı yapmadığını, hatta Osmanlı sınırları içersinde bulunan Bektaşi Dergahları`nın (sempozyum sırasında örnek olması için belgeli bir belge de sundu) devlet tarafından desteklendiğini, hatta dergahın başındaki postnisinin maaşının Osmanlı tarafından ödendiği belirtti. Sayın Levent bu yönündeki bilgileri aktarırken aslında şunu ima etmeye çalışıyordu: bu kadar hoşgörülü, her kesime eşit mesafeli, dil, ırk ve din ayrımı gözetmeyen Osmanlının bu tutumuna karşı, 1416 yılındaki ayaklanmanın arka planını anlamakta zorlanıyorum! Levent Bey bu algısını son gün yaptığı kapanış konuşmasında şu cümlelerle (kelime kelimesine olmasa da, hatırlayabildiğim kadarıyla) destekleme ihtiyacını hissetti: „Osmanlı Devletine hangi persefektiften bakarsak bakalım, bizim geçmişimiz, bizim tarihimiz! Bu tarihi görmemizlikten gelemeyiz“



Osmanlı hakkında ilgimi çeken bir diğer bildirim ise „Osmanlı İnanç Dünyasında Gri Alanlar“ başlığı altındaki Dokuz Eylül Üniversi eğitim görevlisi sayın Yrd. Doç. Dr Nuri Adıyeke idi. Sayın Adıyeke, 19 dakika 30 saniye Osnmanlı`nın Gri Alanları hakkında bilgi aktardıktan sonra, son 00:30 saniyede „1416 isyanı işte bu bu gri alanlarda olmuştur“ diyerek sözlerini sonlandırdı. Bunu söylerken Börklüce Mustafa`nın ismini belirtme ihtiyacı bile hissetmedi.

Bunun neden böyle olduğu; Börklüce İsyanını, devasa Osmanlı İmparatorluğu tarihinde devede kulak olarak mı algılamalıyız sorusunu sorduğunmda; sunumunun başlığını tekrar bakmam gerektiğini yönündeydi.

Sayın Adıyeke Hocamın 20 dakikalık sunumda 30 saniyeyi geçmeyen Börklüce Mustafa İsyan yorumu beni hayal kırıklığına uğrattığı altını çizerek tekrar vurgulama ihtiyacını hissediyorum.



Sempozyuma gitmeden önce Berlin`den bir arkadaşım „Bu devlet ve akademisyenleri neyi ele alıyorlarsa içini boşaltıp kendilerine uydurmaya çalışıyorlar!“ yorumunu yapmıştı. Berlinli arkadaşım bu tespiti çok abartılı olsa da bunun amarelerini yukarıda yazdığım gibi sempozyum sırasında gördüm.

Sempozyumda isyanın kültürel, sosyalojik, toplumsal temellerini irdeleyen uluslararası katılımcılarım katkısıyla gerçekleşen bildirimler de vardı kuşkusuz. Bunları değerlendirirken iki persfektiften bakmakta yarar görmekteyim. Birincisi, bizim gibi, sempozyumda bildirim sunan ve sempozyuma dinleyici olarak katılanlar.

Sempozyumda yeni bilgilerin ortaya çıkmadığını ve tekrarın bolca yapıldığını yukarıda belirtmiştim. Bu belirlemenin bildirim sunan akademisyen ve yazarlar için geçerli olduğunu belitmem gerekir! Sempozyuma dinleyici olarak katılanlar açısından oldukça verimli geçtiğini tartışılmaz. Her oturum sonrası sorusunu sormak için sabırsızlanan insanların salondaki varlığı konuya olan ilginin yüksek olduğunu bize gösterdi. Yanlız bu ilginin nedense ulusal ve yerel basın tarafından gösterilmediğini de görmek gerekir. Sempozyumun ardından bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, yazılı basında BirGün Gazetesi dışında sempozyum haberi yapan olmadı. Sempozyum sırasında tanıştığım BirGün muhabiri Onur Kılıç, -ki kendisine buradan teşekkürlerimi gönderiyorum, sempozyuma özel ilgisi olmasa, bu haber de yapılmayacaktı. Basının bu ilgisizliğini nasıl yarumlamalı bilemiyorum!

Üç gün süren sempozyumda sunulan bildirimlerin detaylarına girmek istemiyorum, çünkü kısa bir süre içersinde basılı hale gelecek, o nedenle ben kısa başlıklar ile konuyu fazla uzatmadan bu bölümü sonlandırayım.

Sempozyum sırasında „kekaynaklar“ katogorisine koyabileceğimiz sunumlar vardı. Börklüce Mustafa ayaklanması ile uzaktan yakından alakası olmayan bu sunumları ben kendimce şöyle değerlendirdim: sempozyum komitesi üç günlük programı doldurmak için bunlara izin verdi ya da yazılı sunulan bildirim ile sempozyumda okunan bildirimler farklıydı, başka bir bir açıklama göremiyorum. Bu „kelaynakları“ örneklendirmek gerekirse: „Eşkiyalık“ ve „Torlak“ başlığı altındaki sunumların salonda ve sonrasında hayal kırıklığı yarattığını çokça konuşuldu.
Sempozyumun en etkili bildirimleri Yunanistan`dan katılan akademisyenlerden geldi Yunanlılar Börklüce isyanına iştenlikle yaklaşıp gönül bağına vurgu yaptılar. Bunun en bariz örneğini Yunanistan Araştırma ve Teknoloji Vakfı üyesi, doktor Marinos Sarıyannis Marinos`un BirGün gazetesine verdiği reportajdı: „Sempozyuma katılmak benim için çok büyük bir önemi var, aynı zamanda da gurur verici. Bedrettin ve Börklüce’yle tarihsel olarak bir ilişkimiz var. Bu tarih beni eskiden beri hep ilgilendiriyordu. Ayrıca bu topraklarda eskiden beraber yaşıyorduk. Börklüce’nin önderliğindeki 10 bin insanın yaptığı ayaklanmanın 600 yıl sonra anılması ve araştırılması bir borcun ödenmesi gibi görülebilir.“

„Bir borcun ödenmesi“….bu duygu dolu cümle herşeyi anlatıyor. Bulgaristan, Romanya ve Azerbeycan dan gelen akademisyenlerin bildirimlerinin zayıf kaldığı, sempozyum öncesi bu ülkelerden, en azından Bulgaristan ve Romanya`dan yeni daha fazla bilginin geleceğini umut etmiştim ama malesef…

„Âdi“ bir Türk Köylüsü

Börklüce Mustafa Sempozyumu sırasında Börküce Mustafa`ye atfedilen "Âdi Bir Türk Köylüsü" söylemine ciddi itirazım olmuş sempozyum sırasında söz alarak Börklüce`ye bu yakıştırmayı yapanların farklı niyetleri! olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Bu konuya da açıklık getirmek isterim... Nazım, Bursa Cezaevinde yatarken Mehemmed Şerefeddin’in Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı kitabını okur.

O bölüm şöyledir: „Darülfünun İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafi İşlâmiye Matbaasında basılan ‘‘Simavne Kadısı oğlu Bedreddin‘‘ isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sirkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki: ‘‘O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun teşmiye edilen dağlık bir memlekette ‘‘Âdi bir Türk köylüsü‘‘ meydana çıktı.“

Buradaki „Âdi bir Türk köylüsü“ Nazım Hikmet`in dikkatini çekmiş!

Okuduğumda benim de dikkatimi çekti! Nazım Hikmet’in‚ Mehemmed Şerefeddin Efendi‘nin neden „Âdi bir Türk köylüsü“ diye bahsettiğini araştırmış olabileceğini düşündüm.

Bir şey bulamadım. Araştırmamış olmalı! Osmanlı resmi tarihçileri Nesri, İdrisi Bitlisi ve Aşıkkpasazade‘nin Şehy Bedreddin ile ilgili bölümleri inceledim. Yapıtlarında ‘‘Adi bir Türk‘‘ olarak değil,‚“sıradan bir köylü“ olarak ondan bahsettiklerini gördüm
Bizanslı tarihçi Dukas‘dan alıntı yapmış olan kişilerin yapıtlarını da inceledim, oralarda da yok! Mehemmed Şerefeddin’in yapıtının dışında „Âdi bir Türk köylüsü‘‘ hiç bir yapıtta geçmiyordu.

Şeyh Bedreddin üzerine 1921’de doktora tezi hazırlamış olan Franz Babinger’in çalışmasında da „Âdi bir Türk‘‘ geçmemekte.

Kafayı yiyeceğim. Nerden çıktı bu „Âdi bir Türk köylüsü‘‘?

Alıntı yapılan ve olayın tek tanığı ve aktarıcısı Bizanslı tarihçi Dukas’ın notlarına ulaştım. Latincesi şöyle: „Eodem tempore Turcus quidam simplex et ağrestis innotuit in regione montis, qui sines İonii ostio adıacet et vulgo Stylarıus appellatur, Chio insülae ad örtüm obiectus. doçebat ille Turcos paüpertatem volüntariam; et praeter uxores omnia communia esse debere praedicabet, annoman, vestes, currus et arva. Ego, aiebat, tua domo ut mea otor; tu mea ut tua uteris, salva uxoris reverentia. cumque in istud doğma omnes agrestes pertraxisset, şubdole etiam Christianorum amicitiam petebat. edixit enim, quiçünque Türküs Christianos pios esse negaret, eum impium esse. quotquot igitür praeceptis eius obsequebantur, in quemcunque Cha tianum incididsent, beniğne eum anplectebantur et tanquam angelüm dei colebant.“
Evet bura da „Âdi bir Türk köylüsü“ geçmemekte!!!!! Yok yok yokkkk.

Metindeki kelimeleri bire bir çevirmem gerek, o zaman daha emin olabilirim. Kelime kelime çevirdim. Orada da yok! Tüm kaynakları araştırdım. Mehemmed Şerefeddin’in kitabında sözünü ettiği „Âdi bir Türk köylüsü“ ana kaynak olan Dukas’ın Latince çevirisinde geçmemekte. Mehemmed Şerefeddin attı mı dersiniz?

Başkaldırının askeri karargahı Karaburun'a yolculuk

Sempozyuma ilgi duyanların başında Karaburun Yarımadası`ında halazırda orada yaşayan, ya da öğle ya da böyle Karaburun`da bir dönem kalmış, görev yapmış kişiler geliyordu. Bu kişilerin çok ama çok önemli bilgilere sahip olduklarına inanıyorum. Akademisyenlerin bazen önemsemediği, ya da ulaşamadığı özel bilgilerle donatılmış olduklarına bir kez daha sempozyun sırasında tanıklık ettik. Karaburunlu arkadaşların aktardıkları ilginç bilgiler şunlar: Radi Fis, “Ben de Halimce Bedreddinnem” adlı romanı için araştırma yapmaya başlar ve yolu iznik`e düşer. İznik`deki dergahta bulunan (1944 yılları olmalı) Bedreddin ile ilgili el yazmaları inceler. Bir kaç gün sonra jandarma dergaha gelip Radi Fis`in incelediği bu el yazmalara el koyup beraberinde götürür. O evraklar nerededir kimse bilmez!! Bu evrakların neler içerdiğini bilemiyoruz! Belki bu satırlar o evrakların bulunmasına vesile olur.

İkinci olarak Börklüce Mustafa ve müritlerinin isyan sırasında besin kaynaklarının başında „Hurma Zeytin“ geldiğini ve bu Hurma Zeytin`in bir tek Karaburun Yarımadası`nda yetiştiğini öğreniyoruz. Yine Karaburunda yaşayan duyarlı bir Börklüce Mustafa müridi tarafından aktarıldı. Her yıl Kasım ayı sonunda denizden karaya doğru esen rürgar, zeytin ağaçlarına mantar bulaştırdığını, bu mantarın zeytinin nemini gidermesi sonrasında, zeytinin dalında tatlandığını öğreniyoruz. Bunun yanlızca Karaburun`da olduğunu, oraya bir has durum olduğunu ve Börklüce ve müritlerinin ana beslenme gıdalarının başında geldiğini yönündeki bilgi, siz okuyanlar için de ilginç olsa gerek.
İkinci olarak Karaburun Keçisi gelmekte. Bu keçi hakkında Internet sayfaları şu bilgileri vermekte: En uç noktadaki yeni filizlenip tomurcuklanan yeşilleri, otları, çiçekleri yerler ve onlardan beslenirler. Onların uzandığı bu yerlere kimse ulaşamaz. O nedenle sütü ve eti dünyanın en sağlıklı ürünüdür. Bu kapitalistler tarafından tasvip edilen bir durum değildir. Neden? İnsanların sağlıklı olması, ilacın az kullanılmasını, diğer hayvan etinin az tüketilmesini beraberinde getirir (koyun, tavuk gibi kontrol edilebilen hayvan türleri). Bu nedenle ben bu Karaburun Keçileri`ne Antikapitalist keçiler adını taktım! Karaburun keçileri Karaburun yarımadası ve Börklüce felsefesine yaraşır bir hayvan.
Yarımadadaki zenginlikler bir tek bununla bitmiyor. Yarımadaya son günde yapılan yolculuğunuzda 600 yüzyıldan bu yana süren bir etkinliğe de tanıklık etmiş olmamız. Kırkım Şenliği: Şenlik Kavaklıkuyu olarak adlandırılan bir alanda yapılıyor. Buraya ulaşmak için araba ile 15-20 dakika yukarıya doğru tırmanmak gerekiyor. Keskin virajları soluk soluğa geçtikten sonra, düz bir ovaya geliyoruz. Ovanın tam ortasında.

ULU BİR ÇINAR… Öğle bir çınar ki kelimelere sığmıyor.. Gövdesi siz deyin 15 ben diyeyim 20 kişi; ancak el ele tutarak ölçebilir…Ben ömrümde böyle devasa çınar görmedim.. Yaşı kimilerine göre 600, diğerine göre 1000-1500. Ama en az 500 yüzyıl olduğu kesin, Kırkım Şenlikleri bu Ulu Çınar`ın etrafında yapılıyor. Yüzyıllar öncesine dayanan keçilerin yaz mevsimine hazırlanması için kıllarının kirkilmasi işlemi imece usulüyle yapılıyor. Karaburun her yıl yapılan Kırkım Şenlikleri bölgedeki keçi yetiştiriciliğine sosyal bir boyut kazandırırken, Borklüce Mustafa`nın toplumsal dayanışma felsefesine, birlik ve beraberliğini de yaşatmaya devam ediyor.

Sonuç olarak

Sonuç olarak denilebilir ki:

• 600 yüzyıl aradan sonra sempeyumun ilk olmasından dolayı çok anlamlıydı.
• Sempozyumun İzmir ve Karaburun da gerçekleşmiş olması, İzmir`in “gavurluğunu” bir kez daha tecsil etti.
• Ayaklanmanın olduğu dönemde Osmanlı’nın sınıfsal, idari, sosyolojik ve hatta ekolojik yapısına vurgu yapıldı. Börklüce Mustafa’nın bugüne dek kamuoyu tarafından bilinmeyen yönlerine de ışık tutuldu.
• Girit Üniversitesi’nden Doç. Dr. Elias Kovolos Anadolu’da köylülüğün tarih yazımına girmesinin bu ayaklanma sayesinde olduğunu çarpıcı bir tespiti yerinde oldu. Elias Kovolos, Torlak Kemal`i unutmamız gerektiğini bir kez daha bize hatırlattı.
• “Tasvirü’l-Kulüb adlı çalışma ile sempozyuma katılan Mehmet Işıktaş`ın: “Bugüne dek herkes Bedrettin’i yazmış. Nazım Hikmet, Erol Toy, Radı Fis, herkes ‘Bedrettin esastır’ düşüncesiyle konuyu ele aldı. Oysa bu hareketin taşıyıcısı          Borklüce’dir. Karaburun’da pratiği üreten, savaşı yapan, komünü kuran, her şeyi yapan Borklüce’nin önderliğidir” tespitine katılmamak mümkün değil.
• Börklüce’nin isyanını anlamak için Gezi’nin yarattığı ivmenin bize ilham yarattığını söylemeliyim. Siyasal İslam’ın dibe vurduğu bir dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına bakmak direnenler için bir ufuk sağlayabilir.
• Sunum yapanları en fazla zorlayan konuların başında bildirim başına verilen 20 dakikalık süreydi. Sınırlı dakikalar içersinde insanın meramını anlatabilmesi zorlaşıyor ve özetin özetini verme gibi bir durumla karşı karşıya kalıyor.
• Buna karşı ne yapılabilinir? Katılımcılar ve sunum yapanların daha fazla tartışabileceği soru/cevap bölümünün biraz daha uzun tutulması ya da bu tür sempozyumları daha katılımcı olmasını sayglayan yeni yaklaşımlar olabilir. Bu konuda yeni konsepler geliştirmek gerekir.

İlk teşekkürüm spontane çeviri yapan arkadaşlara gidiyor.. Sempozyuma bildirim sunanlar, Akdeniz Akedemisi ve çalışanlarına, Kemal Derin`e, İzmir Büyük Belediyesi`ne, Barış Derneği Başkanı sayın Zuhal Okuyan`a, Izmir Belediyesi Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı Funda Öztürk`e, Doç. Dr. Alp Yücel Kaya Hocama, Ahmet Uhri Hocama, İzmir Akdeniz Akademisi Müdürü Ayşegül Sabuktay`a, Ece Aytekin Buker`e.. beni kucaklayıp bağrına basan kırk yıllık dostlarım Ali İhsan ve ailesine, Seçkin`e…ismini hatırlayamadığım herkese ama herkese çok teşekkür ederim.


12.06.2016 / Köln
[email protected]