Yener Orkunoğlu'nun "Aydınlanma ve Din" başlıklı yazısının üçüncü bölümüne yer veriyoruz.

HEGEL, FELSEFE TARİHİ VE DİN

Hegel’in Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’den çıkardığım özetin, din üzerine bölümünün konumuzla ilgili olan kısmını aktarıyorum.

Hegel açısından din, belirli koşullarda kendini açığa çıkaran aklın bir biçimidir; din aklın ürünüdür ve akılsaldır;  belirli bir dönemin ve koşulların akılcılığının ifadesidir. Hegel, din konusundaki sığ anlayışları eleştirmiştir. Bazı sığ görüşlere göre rahipler, halkı kandırmak ve kendi çıkarları için dini, halkın başına çorap örer gibi örmüşlerdir; aynı şekilde dini, keyfi bir şey, bir aldatma olarak gören görüşler de, yanlış olduğu kadar sığdırlar. “Evet”, diyor Hegel,  ‘din, rahipler tarafından kötüye kullanılmıştır ve dinin kötüye kullanılma ihtimali ve olanağı vardır.  Ama dinin esası, sonlu şeylere, sonlu amaçlara vb. karşı olmasıdır.’ Tinin bir alanı olarak din, hakikatin kutsal sığınağıdır. Dinsellikte akılcı olan, açığa çıkartılabilir, belirtilebilir ve felsefi beyanların tarihsel bir sıralaması olarak ortaya sergilenebilir.

Hegel açısından din de, felsefe gibi insanı konu edinir. Din, insanı, teolojik kavramlarla düşünür; bu anlamda din, kendi bilincinde olmayan insanın bilincidir. Hegel’e göre felsefe, dinle aynı ortak zeminde duruyor, felsefe de içeriğe sahiptir, aynı içeriği konu ve sorun edinmektedir: Genel, kendinde ve kendi-içinde varolan aklı (die allgemeine, an und für sich seiende Vernunft) gündemine alır. Ne var ki, dinde varolan içeriğin biçimi, felsefedeki içeriğin biçiminden farklıdır. Felsefenin içeriği, akışkan ve değişkendir, dinin içeriği ise mutlak değişmezdir. Bu yüzden felsefenin tarihi, dinin tarihinden zorunlu olarak ayrılır. [3]  Felsefe, içerik ve kendi konuları karşısında düşünen bilinç biçiminde davranırken, din aynı şekilde davranmaz. Fakat iki alan arasındaki fark, sanki felsefede düşünülür, dinde düşünülmez gibi öyle soyut olarak kavranmamalı. Dinde de tasarımlar ve genel düşünceler vardır. Çünkü din, teolojik bir biçimde de olsa, insan ve doğa üzerine düşünceler üretmektedir. Felsefe ve din birbirine çok yakın olduklarından, felsefe tarihinde Fars ve Hint felsefesini vb. sergilemek eski bir gelenektir; öyle bir gelenek ki, hala kısmen bütün felsefe tarihinde muhafaza edilmektedir. Örneğin, Pythagoras’ın, kendi felsefesini Hindistan ve Mısır’dan aldığı iddiası çok yaygın efsanelerden biridir.[4] Hıristiyan dünyasında, din ve felsefe daha belirgin bir biçimde birbirinden ayrı olarak incelenirken, buna karşılık özellikle eski oryantal Doğu’da, içeriğin biçimde mevcut olduğu anlamında, din ve felsefe birbirinden ayrılmaz olarak ele alınmıştır. Bu nedenle Hegel, dinsel tasarımları, felsefi teoremlerden ayıran biçimlerin daha yakından incelenmesi gerektiğini savunur.

Din”, diyor Hegel, “sadece genel düşünceleri, örtülü içerik olarak, mitlerde (Mythen), fantastik tasarımlarda, olumlu gerçek hikayelerde içerir, öyle ki biz felsefi söylem olarak böylesi içeriği ancak daha sonra mitler içinden kazarak çıkarmak zorundayızaynı zamanda din,   düşünce biçiminde içeriğe sahiptir. Fars ve Hint dininde çok derin, yüce, kurgusal düşünceler ifade edilmiştir.”[5]

Hegel açısından dinde de çeşitli felsefelere rastlamak mümkün. Örneğin kilise babalarının felsefesi olan Skolastik felsefe, esas olarak teolojiydi. Hegel’e göre teoloji ve felsefe arasında, bizi şaşırtan belirli bir bağlantıya, deyim yerindeyse, felsefe ve teolojinin birbiriyle karıştırılmasına rastlıyoruz. Bu konuda iki soruyla karşı karşıyayız. İlk soru, felsefenin teolojiden yani dinden nasıl ayrıldığı sorusudur; sonraki soru ise felsefe tarihinde dinsel olanın ne ölçüde dikkate alınması gerektiği sorusudur.

Hegel, şu iki özelliğin gözden kaçırılmamasına dikkat çekiyor: Birincisi,  dinin mitsel ve tarihsel yanı ve felsefeyle yakınlığı ve farklılığı ortaya konulmalıdır; ikincisi teoloji sınırları içindeki felsefe, dindeki felsefi söylemleri ve kurgusal düşünceyi de ele almalıdır.

Birincisi, felsefe ve din arasındaki biçim açısından fark aydınlanacağı için, mitsel yanı, -ki  tarihsel, olumlu yan demektir- incelemek ilginçtir. Felsefe ve din arasında sadece yakınlık değil, aynı zamanda birbiriyle uyuşmaz gibi görünen farklılıklar da vardır. Hegel’e göre, felsefe yapmak, din ve kilise tarafından düşmanca karşılandığı ve lanetlendiği için, felsefe dine zıt olarak doğdu. Öyleyse felsefe tarihinde, dinin dikkate alınıp alınmaması sorusu sadece gereksiz bir sorudur; çünkü bizzat felsefenin kendisi dini, din ise felsefeyi dikkate aldı ve almak zorundaydı. Her ikisi tarihte birbirlerine dokunmadan öyle yan yana kalamadılar, tersine birbirlerini etkilediler. Karşılıklı etkileme ve karşıtlık vardır. Dolayısıyla,  felsefe ve din tarihinde, hem karşılıklı etkilenme, hem de felsefe ve dinin birbirine olan karşıtlığı dikkate alınmak zorundadır. Antik Yunan’daki halk dinleri, filozofları ülkeden sürdüler; felsefe-din karşıtlığı Hıristiyanlık kilisesinde de var oldu. Hegel, din ve felsefe arasındaki ilişkiye, açık ve dürüst yaklaşılmasını savunur.[6] Bu ilişki konusu hassas olduğu için, bahanelerden, yalanlardan, üzerinde gevezelik etmekten vb. kaçınmak gerekir; aksi takdirde bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu sonuçta kimse bilemez, anlayamaz. Hegel’e göre dine dokunulmadan öyle bırakılmak istendiği görüntüsünü vermemek gerekir. Böyle bir görüntü vermek, felsefenin dine karşı olduğunu gizlemekten başka bir anlama gelmez. [7]

Düşünce, sadece dünyevi bilgelik, insan etkinliği olduğundan, dinin, insanın genel şeyleri düşünmekten ve felsefeden vazgeçmesini talep ediyormuş gibi bir görüntü oluşabilir. Bu takdirde insan aklı tanrısal akla aykırı olur. Hegel açısından, bu zıtlık nedeniyle insanın küçük görülmesi, öylesine daha da ileri götürülür ki, doğada Tanrı’nın bilgeliğine hayran olmak gerektiği empoze edilir. Tohumlar, dağlar, ağaç dallarındaki kuşların sesleri, diğer güçler ve hayvan besleme, Tanrı’nın eseri olarak övülür.[8] Hatta insanın yaptığı nesnelerde bile, Tanrı’nın bilgeliğine, iyiliğine, adaletine işaret edilir. Peki ama Tanrı doğanın efendisi ise ve her şey Tanrı’nın yaratımı ise o zaman insan iradesi nerede kalıyor? diye soruyor Hegel.[9] Bu durumda, insanın yarattığı şeyler tanrısal olmayan şeyler midir? Hegel, insan düşüncesinin yaratımını küçümseyen yaklaşıma karşıdır. Çünkü Hegel’e göre tin,  sonsuz derecede doğadan daha yüksektedir; zira tanrısallık, doğadan çok tinde kendini gösterir.

Felsefe ve dini birbiriyle karşılaştıran Hegel, bu ikisinin, hem ortak yanlarını hem de farklılıklarını açığa çıkarmaya çalışır. Düşünür diyor ki, felsefe ve din, ortak bir içeriğe sahiptirler, sadece biçim bakımından birbirinden ayrıdırlar. [10] Hegel’e göre felsefe ve din, içerik açısından ortak özeliklere sahiptir; çünkü ikisi de sonsuz, ebedi şeyleri konu edinir; ama biçim açısından birbirinden farklılıklar gösterirler; çünkü biri inanca öteki bilgiye yönelmektedir. Düşünür için dinsel bilgide, nesnenin bilgisi, duyumsal bir şeyi içerir. Örneğin, Hıristiyanlık dininde, Tanrı’nın kendi oğlunu, İsa’yı dünyaya getirdiği söylenir, yani İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu iddia edilir; böyle bir bilgilendirme, felsefede dile getirilemez. Hegel açısından felsefe; dinin, dinsel bilincin tasarladığı şeyi, düşünür ve kavrar. Felsefe kendi konuları üzerine düşünmesi nedeniyle,  dine nazaran şöyle bir avantaja sahiptir: dinin ayrı olgular olarak gördüğü şeyleri birlik içinde düşünür; yani din, madde ve bilinci, nesne ve bilgisini birbirinden ayırırken, felsefe bu unsurları birlikte ele alır. Felsefe ve din arasındaki en önemli farklardan biri, evrensel-tikel, sonsuz-sonlu vb. ilişkisidir. Filozofun optiğinde gerçek evrensellik (wahrhafte Allgemeinheit) ikili gibi görünür; gerçek evrensellik, evrenselin ve tikelin birliğinden oluşur; yani tikel olan evrenselde (genelde) içerilir.[11] Dinsel bilinçte, evrensellik-tikel veya sonlu-sonsuz karşıtlığı şöyle aşılmaya çalışılır: Din, sonsuz olarak gördüğü Tanrı’yı, sonlu öznelerin ve cisimlerin var olduğu yeryüzünde cisimlendirmeye çalışır. Dolayısıyla dinsel bilinç, evrensel-tikeli, sonlu-sonsuz ilişkisini daha üst bir düzeyde bir araya getiremez. Hegel’e göre felsefe, evrensel-tikeli, sonlu-sonsuz ilişkisini daha üst bir düzeyde birleştirebilmektedir.  Filozofun, felsefesinin en önemli yanlarından biri, somut-genel (somut-evrensel) kavramını geliştirmiş olmasıdır. Somut-genel, belirlenimi olan, yani ötekisini, karşıt olanı içinde taşır. Bu yaklaşımları nedeniyle, felsefe ve din, biçim açısından birbirine aykırı ve birbirine zıt olarak görünürler ve birbirleri karşısında düşmanca davranırlar.

Hegel açısından felsefe ve din arasındaki ilişki, özü itibariyle inanç-bilgi ilişkisidir. Hegel, bilgiyi inançtan, felsefi düşünceyi, dinsel inançtan daha üstün görür.[12] Çünkü inancın kendisi, düşünen fantezinin veya düşüncenin ürünüdür.[13] Düşünüre bakılırsa tam olarak deneyle bilinemeyen doğaüstü güçlere sadece körce inanılabilir. Din açısından hakikat, dıştan bize verilirmiş gibi kabul edilir. Din konusunda şunu söyler Hegel: ‘İddia ediliyor ki, hakikat, vahiy yoluyla insana verilen bir şeydir, insan bunda tevekkül etmeli ve mütevazi olmalı. İnsan aklı kendiliğinden hakikate ulaşamaz. Dinsel hakikatlerin nereden geldiği bilinmiyor: Hakikatin içeriği verili, aklın üstünde ve ötesindedir.’ [14]

Ne var ki diyor Hegel, dinsel hakikat, hangi aşamada olursa olsun, duyumsal, tasarlanan, o andaki bir nesne olarak ilkin dışsal olarak insana ulaşır; örnek vermek gerekirse, Musa’nın yanan çalılar arasında Tanrı’yı[15]görmesi gibi veya Yunanlıların, Tanrı’yı mermer görüntülerinde veya başka tasarımlarda ifade ettikleri gibi. Ama bu dışsal olarak verili olan nesnelerde kalınamaz; dışsal olan fantezinin biçimleri veya tarihsel içerik, olay (Örneğin İsa), aklın düşünsel bir unsuru haline gelmeli, aklın konusu olmalı. Şeyler, düşüncede ifade edilmeye başladığı zaman, dışsal olmaktan çıkarlar, düşüncenin konusu olmaya başlar; dışsal şeylerin bilinci yoktur. Hegel şunu demek istiyor: Doğadaki taşın kendi bilinci yoktur; taş bilinci, benim beynime girdikten sonra, düşüncenin konusu olur. Bundan sonra her şey düşüncede cereyan eder.

Hegel açısından felsefe, özü (Wesen) ve özün gelişimini kavramaya çalışan bir bilimdir. Bilindiği gibi Hegel, akla sınır koyan Kant’ı eleştirir. Bu tutumu önemseyen Lenin de Hegel’in Kant’ı eleştirmesine çok büyük bir önem vermiştir.[16] Hegel, insan düşüncesinin hakikati kavramada yetersiz kaldığı konusundaki iddiaları boş konuşma ve sığlık olarak adlandırır.[17] İnsan aklının sınırları olduğunu kabul etmez Hegel. Filozofun yaklaşımına göre insan bilinci çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk aşamada düşünce, sadece din içerisinde özgür olmayan bir biçimde açığa çıkmıştır; ikinci aşamada düşünce, daha da güçlü bir şekilde, kendini hissederek ortaya çıkar, ama öteki (nesne veya nesneler dünyası olarak okuyun) karşısında düşman gibi davranır, ötekisinde kendini görmez; üçüncü aşamada düşünce, kendini ötekisinde (nesnede) tanıyarak, sonlanır.

Hegel’in deyimiyle felsefe, düşünceyi, halkın inancından izole ederek, kendi alanı olarak görüp görevine başlamak zorundadır.[18] Felsefe tarihine bakıldığında, felsefenin ilkin Yunan putperestliği çemberine sıkışıp kaldığını vurguluyor Hegel. Felsefe, halk dinine karşı durur ve felsefe, halk dininin özünü algılayıncaya ve dinde kendini tanıyana kadar, din karşısında düşmanca bir tutum alıyor. Örneğin, ilk filozoflar, halk dini karşısında çoğu zaman saygılı olmuşlardır, en azından karşı olmamışlardır. Ama daha sonraki Yunan filozofları, örneğin Xenophanes, halk dinine karşı şiddetli bir şekilde saldırmıştır. Sokrates de, halk dinine karşı olarak farklı Tanrıların varlığını ileri sürdüğü için suçlandı.  Platon halk şairlerini ve onların Tanrılarını sürekli eleştirdi. Çok sonraları yeni-Platoncular, daha önceki filozoflar tarafından eleştirilen halkın mitlerinde, mitolojisinde, genel bir içerik olduğunu gördüler, anladılar ve bu mitolojiyi kendi felsefi söylemleri (Philosopheme)[19] için kullandılar.

Hegel’e bakılırsa, Hıristiyanlık dininde de ilk dönemde akıl ve inanç birbirine bağlı ve birbiriyle ilişki içinde olmuşlardır. O dönemde, Hıristiyanlık dini temel alınmış, bu dinsel öğretiden hareket edilmiştir. Ancak dahasonraları, inanç ve aklın birbirine karşıt olduğu görüşü gündeme gelmiştir. [20] Hegel, felsefe-din ilişkisi konusunda şunu anlatmaya çalışıyor. Felsefe, en son düşünce biçimidir. En son düşünme biçimi olarak felsefe, dini kavrayabilir; dinin ortaya çıkışını açıklayabilir. Felsefe, dinin belirli bir dönemin teolojik biçime bürünmüş akılcılığı olduğunu gösterebilir. Dinin tarihte oynamış olduğu rolü, gerçekçi bir şekilde ortaya sergileyebilir, dinin değerlendirilmesini adil bir şekilde yapabilir. Kısaca felsefe, kendine düşman olan dinsel düşünceyi de kavrar, dinsel düşüncenin belirli koşullara denk düştüğünü gösterir.[21] Yani daha gelişmiş olduğu için felsefe, dini kavrayabilir, ama din felsefeyi kavrayamaz.

Hegel, anlak (Verstand) ve aklın (Vernunf), dinsel düşünce karşısındaki farklı yaklaşımını ele alır. Hegel açısından anlak, gerçekliğe, sorunlara tek-boyutlu yaklaşır. Akıl ise, hem gerçekliği bütünlüğü içinde, hem de gerçekliği gelişim süreci içinde ele alır. Mistik şey karşısında, anlak ve akıl nasıl davranır? Mistik ne demektir? Hegel’e göre yüzeysel olarak ele alındığında mistikten, gizemli olan, bilinemeyen şey anlaşılır. Ama Hegel ekler: Mistik şeyler doğası gereği, anlak için bir gizem oluşturur, ama akıl için gizem oluşturmaz. Anlak, farklılıkları birbirinden ayrı olarak ele alır, yani ‘ya o ya bu’ şeklinde düşünür, bu ikisinin birliğini düşünemez. Hegel, bu noktada modern teolojinin rasyonalizmini eleştirir. Hegel açısından modern teolojinin rasyonalizmi, sözde rasyonalizmdir; ve modern teolojinin rasyonalizmi, gerçek felsefeye, akla, aklın belirlenimlerine aykırıdır. Düşünüre göre modern teoloji, akıl sözcüğünü dilinden düşürmez, ama modern teolojinin akıldan anladığı şey sadece kuru anlaktır.[22] Teolojinin rasyonalizm anlayışına göre akıl, bağımsız öz-düşüncenin (Selbsdenken) bir unsurudur; ama bu öz-düşüncede soyut düşüncedir. Hegel için teolojik rasyonalizm, içerik ve biçim açısından felsefeye karşıttır; teolojik rasyonalizmin içeriği boştur, her şeyi sonlu ilişkilere indirgemiştir. Teolojik rasyonalizm, biçim açısından da felsefeye karşıttır; çünkü bu rasyonalizmin biçimi, kavramak değil, sıradan mantık yürütmektir (Räsonieren). Hegel’e göre içeriği kavrayan bir düşünce olarak felsefe, dinsel tasarımı dikkate aldığında şöyle bir avantaja sahiptir: Felsefe, her ikisini yani hem dini, hem de rasyonalizmi anlayabilir, çözümleyebilir; ama tersi mümkün değildir. Din sadece, kendisiyle aynı bakış açısına sahip olan şeyleri anlayabilir, evrensel belirlenimleri kavrayan felsefeyi anlayamaz. Sonuçta dine karşıt olmakla suçlanan felsefe, haksızlığa uğramış sayılmaz, çünkü zaten öyledir; ama felsefe din tarafından haksızlığa uğrar.

Hegel, bir aşama olarak dinsel bilincin tarihte zorunlu ve gerekli olarak ortaya çıktığını vurgular. Filozof, Tinin Fenomenolojisi’nde ortaya sergilediği bilincin biçimlerine ve aşamalarına gönderme yapar: İlkin duyusal bilinç, sonra algısal bilinç, daha sonra anlaksal bilinç vb. Hegel, felsefe ve din arasındaki farklılıkları uzun uzun izah ettikten sonra, ikinci olarak felsefenin, mitolojiye ve dindeki söylemlere yaklaşımını ele almaktadır.

İkincisi, felsefe tarihinde, mitoloji ve dinsel söylemler karşısında nasıl davranılmalı? Hegel’e göre tarihte ilk rastladığımız düşünce tarzı mitolojidir. Mitoloji, felsefe tarihi içinde ele alınır gibi görünüyor. Mitoloji, fantezinin ürünüdür, ama keyfi bir şey değildir veya keyfiliğin ürünü değildir. Mitoloji, sanat için, sanat açısından incelenebilir. Ama düşünen tin (der denkende Geist), doğada akılsal olanı arar; yani düşünen tin, mitolojide içerilmiş olan tözü,  içeriği, düşünceleri vb. aramak zorundadır. Soruna tarihsel yaklaşmak gerekir. Felsefi bir düşünceyi, mitolojiye mal etme veya mitolojiden felsefi düşünceler üretmek, tarihsel olmayan bir yaklaşımdır. Hegel açısından, halkların dini de aklın (ama düşünen aklın değil) ürünüdür ve bu halkların dini mitolojiyi de içermektedir. Her ne kadar basit ve çocukça görünse de, mitoloji, belirli bir dönemin düşüncesi, hakikatidir. Mitolojinin temelinde akılcılığın içgüdüsü (der Instinkt der Vernünftigkeit) yatar. Mitoloji, duyumsal gözlem biçimine geçerek, bazı nesnelere rastgele, yüzeysel olarak müdahale eder. Dolayısıyla mitolojinin kavramları, duyumsal bir tarza dayandığından yetersizdir ve ide’yi sunmaya uygun değildir. Hegel, mitolojinin gerçek ve düşünsel gelişmeyi açıklamakta yetersiz olduğunu anlatmak istiyor. Çünkü Hegel’e göre fantezi, fantezik zemin, ide’yi gerçek bir şekilde ifade edemez. Dolayısıyla filozof Hegel, mitolojinin felsefe tarihinin dışında tutulması gerektiğini savunur.[23] Mitolojiyi felsefe tarihinin dışında bırakmanın nedeni, felsefenin düşünceye yaklaşımı ile mitolojinin düşünceye yaklaşımı arasındaki farklılıktır. Ancak mitoloji, doğadaki, toplumdaki gelişmeleri açıklamaktan yoksun olsa da, mitolojinin, belirli bir dönemin zorunlu bir yaklaşım biçimi olduğunun görülmesi gerekir. Hegel, bir analojiye başvurmaktadır. Bir çocuğun aklı ile yetişkin insanın aklı arasındaki farkı açıklayarak, mitoloji ve felsefe ayrımını ortaya koymak ister. Mitoloji çocuk aklı gibidir; çocukta akıl, potansiyel olarak ‘doğuştan’ vardır, ama derin düşünceler yoktur. Hegel için dinde örtülü olarak bulunan filozofemler (Philosopheme), felsefeyi ilgilendirmez, felsefenin konusu düşüncelerdir, felsefe yapmak düşüncelere dayanmalıdır.

Birçok mitolojide anlamlar, imgelerle ifade edilir. Antik dönemde Farslar, Yüce Varlık olarak Güneşe ve ateşe tapıyorlardı. Fars dininin kökeni, Zerwana Akarana, yani sınırsız zamana (ebedi olana) dayanmaktadır. Ve zamanın, başka bir deyişle ebedi olanın, iki ilkesi vardır: İyi ve kötü. Bu yaklaşımda iyi ve kötü karşı karşıyadır. Hegel, bugünkü ismiyle Zerdüşt’ten de söz etmektedir.[24] Hegel, onun için Zoroaster ifadesini kullanıyor. Zerdüşt, öğretisini Avesta adlı eserinde ifade ettiği söylenir. Hegel’e göre Zerdüşt’ün öğretisi iki ilkeye dayanmaktadır: İyi-kötü, ışık-karanlık (Ormuzd ve Ahriman). Ormuzd; iyiyi, temizi ve aydınlığı temsil ederken,Ahriman, kötüyü, karanlığı simgeler. Ve ikisi arasında karşıtlık ve bir mücadele vardır; mücadelenin sonunda iyi, kötüyü yenecektir.

Hegel, burada üç not düşmüştür:  Birinci not, felsefi açıdan Zerdüşt’ün öğretisinde bir düalizm bulunmaktadır, filozof bu düalizmin özelliklerine dikkat çeker. Böylesi bir düalizmde, din ve düşünce hem gerçeklikten koparılır, hem de kısmen gerçeklikle bağını korur; öyle ki,  dinde, duyu-üstü olan şeyler, duyumsal şeyler olarak, kavramsız, dağınık bir biçimde tasarlanır. Oysa Zerdüştlük öğretisinde, duyumsal olan şeylerin bütün karmaşası, basit bir karşıtlık, iyi-kötü vb. altında toplanmıştır; doğadaki hareket, gelişme aynı şekilde basit bir biçimde tasarlanmıştır. Gerçi bu yaklaşım, felsefi düşünceye daha yakındır; ama gene de böylesi mitler felsefeye ait değildir. Çünkü birincil olan düşünce değildir; ağır basan şeyler mitsel biçimlerdir. Tüm dinlerde, imgeler ve düşünceler arasında bocalama vardır; felsefe, imgeleri ve düşünceleri birbirine karıştırmaz. [25]

Mitolojiler (efsaneler), sanki felsefe yapıyormuş gibi gösterişte bulunurlar. Hegel’e göre efsanenin içeriği düşüncedir,  ama bu düşünce, gizli ve örtülüdür. Dolayısıyla efsane sadece içeriksiz bir kabuk değildir. Düşünürün dediklerine bakılırsa Platon ve Jacobi, efsaneleri kullanan filozoflardır. Örneğin Platon, düşünceyi ifade edebilecek imgeler aramıştır. Jacobi, dinsel bir biçimde felsefe yapmaktadır. “Ama” diyor Hegel, bu biçim felsefe için uygun değildir. Bizzat kendini konu edinen düşünce, imgesel değil, düşünce biçiminde kendisini konu edinmelidir; düşünce, biçim açısından da yükselmelidir.[26] Hegel, Platon’un sık sık mitolojileri kullanması yüzünden övüldüğünü ve Platon’un bu mitolojilerin, soyut ifade tarzından daha mükemmel olduğunun düşünüldüğünü aktarmaktadır. Hegel’e göre, bunlar Platon’da bir üslup zenginliği yaratmıştır, dolayısıyla güzel bir sunumdur; ama yakından bakıldığında, bu durum kısmen, Platon’un, felsefi düşüncelerini arı bir şekilde ifade etmekte yetersiz olduğunu gösterir. Ama aynı Platon, asıl konulara geldiğinde, felsefi düşünceleri başka türlü ifade eder. Örneğin, Parmenides’i ele aldığı eserinde imgesel değil, felsefi düşünsel belirlenimlere yer verir. Hegel’e göre, daha kolay tasavvur edilebilsin diye mitolojiler, dışarı yönelik olduğunda elbette yararlı olabilir. Fakat düşünür Hegel için Platon’un değeri, mitolojisinde değildir, felsefi düşüncelerindedir. Eğer felsefi düşünceler, kendini ifade edebilecek kadar güçlüyse, bu durumda imgeler gereksizdir, süsten öte değildir, böylesi süsler ise felsefeyi beslemez, geliştirmez.[27] Hegel, felsefe tarihinde sık sık imgelere tutunma yaklaşımına dikkat çekmektedir. Hegel’e göre Aristoteles, bazı imgesel metaforik karşılaştırmaları yer yer eserlerinde kullandığı için yanlış anlaşılmıştır. İmgeler, düşünceyi ifade etmeye tam uygun değildir; çünkü düşünce, imgeden daha fazla ögeleri içerir. Düşünceyi düşünce olarak ifade etme beceriksizliği, düşünceleri duyumsal biçimde ifade etmek için yardımcı araçlar kullanmaya götürür. Düşünceler, imgeler tarafından gizlenmemelidir. Bazılarına göre Aristoteles’te imgelerin amacı, düşünceleri gizlemekten ziyade, ifade etmek ve açığa çıkarmaktır. Hegel içinse böylesi bir anlayışı Aristoteles’e mal etmek doğru değildir: ilkin, imgeler, semboller vb. düşünceyi ifade etmek bakımından zayıftır; kim ki düşünceleri sembollerde, imgelerde gizler, o düşünceye sahip değildir. İmgeler, düşünceyi ifade etmek için uygun bir iletişim aracı değildir. Hegel, Aristoteles’ten şu cümleyi aktarır: ‘İmgelerle felsefe yapanları ciddi bir şekilde ele almak, zahmete değmez.’ [28]

Hegel, sayılarla, çizgilerle ve geometrik figürlerle yapılan felsefeyi de eleştirmektedir. Bunlar da imgeseldir, ama mitolojideki gibi somut imgeler değildir. Örneğin, sonsuzluğun bir daire olduğu söylenir. “Fakat” der Hegel, düşüncenin (Geist), sembollere ihtiyacı yoktur; düşünce dile sahiptir ve dille ifade edilmelidir. Dolayısıyla sayıyı temel alan Pythagorasçıların felsefesi de, felsefi düşünceleri ifade etmek için uygun iletişim aracı değildir.

İkinci notta Hegel, şiirde (Poesie) olduğu gibi dinde de belirli düşünceler içerilmiş olduğuna dikkatimizi çekmek istiyor. Sanat biçiminde sunulmayan din ve gerçek düşünceler, felsefi söylemler içerir. Şiir –ki en önemli öğesi olarak dili temel alan bir sanattır- düşünceleri ifade etmeye çalışmıştır; bu noktada bazı şairlerde derin, evrensel düşünceler bulunduğuna dikkat çekiyor filozof. Öz üzerine evrensel düşüncelerin her yerde görüldüğünü, özellikle Hint dininde evrensel düşüncelerin açıkça ifade edildiğini yazıyor. Bu yüzden böylesi halkların gerçek bir felsefeye sahip oldukları söyleniyor. Kuşkusuz Hint kitaplarında, ilginç evrensel düşüncelere rastlıyoruz, diyor Hegel. Bu düşünceler en soyut şeylerle sınırlıdır; yani oluşum ve çöküş dolaşımı konusunda tasarım (Vorstellung) ile sınırlıdır. Hegel, Antik Yunanda da ölüm ve yaşam konusunda, varlıktan yok oluşa geçiş düşüncesine rastlandığını vurgular. Her şey, kendi olumsuzlamasını kendi içinde taşır; bütün değişim, yaşam süreci, bu düşünceye dayanır. Ne var ki diyor Hegel,  böylesi düşünceler, sistemli olmayan, ara sıra ileri sürülen düşüncelerdir. Bu nedenle felsefe için temel oluşturmaktan uzaktır. Eğer bu düşünce (varlıktan yok oluşa geçiş vb.), temel, mutlak ve kök olarak alınırsa, ancak o zaman felsefeden, felsefenin varlığından söz edilebilir.[29] Ama yukarıda anlatılan felsefeler, bu yaklaşımdan uzaktır. Felsefe, zaten bir şey üzerine, bir alt-katman olarak var olan bir nesne hakkında düşünce değildir. İçerik olarak bizzat düşüncenin kendisi, yani genel düşünce kesinlikle ilk olmalıdır; felsefe içinde mutlak olan şey, düşünce olarak var olmalıdır.

Üçüncü not şuna dikkat çekmektedir: Din çerçevesinde olan felsefe, felsefeyi ilgilendirmemelidir. Sadece Hint felsefesinde değil, kilise papazlarında (Kirchenväter), Skolastiklerde de Tanrı’nın doğası konusunda derin kurgusal düşünceleri bulmak mümkün. Hegel’e göre dogmatizmin tarihinde böylesi düşünceleri tanımak ilginç olabilir, ama bu düşünceler felsefe tarihine ait değildir.[30] Hegel, skolastikler ve kilise papazları arasında bir ayrım yaparak, Skolastiklerin daha çok dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Hegel’e bakılırsa, Skolastikler gerçi büyük filozoflardı ve Hıristiyanlığın gelişimi bunlara çok şey borçludur. Ama kurgusal düşünceleri, bir yanda öteki filozoflara (örneğin Platon’a) aitti, öte yandan bu kurgusal düşünceler, dinin kurgusal içeriğinden kaynaklanır; ki bu içerik, kilise öğretisinin temelini oluşturur ve inanca aittir. Öyleyse bu düşünceler bir varsayıma dayanmaktadır. Bu düşünceler, ne gerçek bir felsefedir,  ne de bu kadar sıkıca varsaydığı tasarımları ispat etmeye çalışmaktadır. Yani ne diğer görüş ve felsefi teoremleri çürütmek için ne de kendi dini öğretilerini felsefi olarak diğer görüşlere karşı savunmak için çaba gösteriyorlar. Öyle ki düşünce ve içeriğin mutlak uç noktası kavranmıyor ve sunulmuyor. Böylesi dinsel felsefelerde içerik, kendiliğinden doğru kabul edilir ve içeriğin kendisi, inanca dayanır, düşüncelere dayanmaz. Hegel, şunu vurgulamaktadır: Anlak (anlama gücü), dinin hakikatlerini (Die Wahrheiten der Religion) kavrayamaz; anlak kendini akıl olarak adlandırırsa ve kendini efendi ve usta olarak görürse yanılır. Dinin içeriği, sadece kurgusal bir biçimde kavranabilir. Eğer öyleyse kilise babaları, kilise öğretisi içinde düşündükleri zaman, düşünceleri çok kurgusaldır; ama içerik düşünce tarafından gerekçelendirilmemiştir.[31] Bu içeriğin nihai gerekçesi, haklı gösterilmesi kilise doktrinine dayandı. Din alanında felsefe, sabit bir doktiriner kavram çerçevesi içinde bulunur; burada özgürce kendinden hareket eden düşünce yoktur. Skolastiklerde de, düşünce kendinden hareket ederek oluşturulmaz, onlarda da düşünce varsayımlara dayanmaktadır. Evet, Skolastiklerde düşünce biraz daha özgürdü, ama kilise öğretisine karşıt olmayacak tarzda özgürdü. Sonuçta, düşünce, zaten kilisenin doğru olarak kabul ettiği görüşleri, ispatlamaya yönelmişti.

Hegel, bu son kısımda, felsefenin popüler felsefeden ayrılması sorununa gelmeden önce, felsefenin diğer alanlarla ilişkisini şöyle özetler: Felsefeye yakın olan alanları (özel bilimler, din) birbirinden ayıran disiplinler ele alındı. Aynı zamanda felsefenin, bu alanlarla ortak ve farklı yönlerine dikkat çekildi.

Devam edecek...