2015 yılının son günlerine Alman kamuoyunda siyasi partilerin etkinliklerinde ve akademik çevrelerin söylemlerinde en fazla öne çıkan konu‚ mülteci krizine çözüm bulamayan Avrupa Birliği (AB) dağılır mı? sorusu idi.

Almanya'da 2015 yılının kelimesi olarak kabul edilen "mülteciler“, AB üyesi ülkelerin birbirleri ile ilişkilerinin, birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerinin neler olması gerektiği gibi önemli hususların da yeniden tartışmaya açılmasına neden oldu.

Mülteciler derken aslında ön plana çıkan konu, bu insanların müslüman olmaları dolaysıyla beraberlerinde Avrupa değerlerine ters düşen kendi kültürel birikimlerini ve dini inançlarını da getirdikleri için, AB‘nin bazı üyeleri tarafından kabul edilip edilmeyeceğidir. Bu çerçevede tek bir müslüman mülteciyi dahi kabul etmeyeceklerini açıklayan Polonya, Macaristan ve Slovenya gibi ülkeler, kendi torpraklarında bir 'barış dini olmayan İslam dini mensubu müslüman mültecileri‘ kabul etmeyeceklerini beyan etmiş durumdadırlar. Buna ek olarak, müslüman olarak bilinen ülkelerden kaçarak Hrıstiyan Avrupa’ya sığınan Suriyelileri kastederek "kendi askerlerimizi savaşa yollamak yerine, bunlardan bir ordu kurarak kendi ülkelerinde savaşa girmelerini…müslüman gençler, bizim paralarımızla kahve içerek keyif çıkaracaklarına gidip kendi ülkesindeki diktatörlere karşı savaşmalıdırlar" diyen Polonya Dışişleri Bakanı Witold Waszczykowski, ülkesinini AB bütçesinden en fazla maddi yardım alan tam üye olduğunu unutmuşa benziyor.

AB ülkelerinden bu ve benzeri açıklamalardan dolayı, bu üyelere yönelik olarak; „maden siz mültecileri kabul etmiyorsunuz ve tüm maddi yükü bize yüklüyorsunuz o halde sizlere de AB'nin kendi arasında birbirleri ile hayata geçirmesi gereken „dayanışma“ değerine de ters bir tavır sergilediğiniz için Birlik kaynaklarından sağlanan maddi destek kesilmelidir“ türünden sesler de giderek daha fazla çıkmaktadır.

AB'yi bir „değerler birliği“ olarak gören zengin üyeler, AB´nin çekirdeğini oluşturan Almanya, Fransa ve Benelüks gibi kurucu ülkeler gelmektedir. Bunlara ek olarak İngiltere, Avusturya ve İsveç gibi AB´ne sonradan tam üye olan zengin ülkelerde eklenince, fiilen ortaya iki tane AB çıkıyor:

Birincisi Almanya ve Fransa’nın başını çektiği AB´nin en zengin ülkeleri, ikincisi ise AB´ne 1 mayıs 2004 yılından beri tam üye olan eski „Doğu Bloku“ ülkelerinin başını çektiği Polonya, Macaristan ve Slovenya üçlüsü gelmektedir. Baltık cumhuriyetleri, Malta, Kıbrıs, Romanya ve Bulgaristan AB'nin „garibanları“ olarak algılandığı için, bu ülkelere yenelik bir mülteci akını yaşanmıyor. Bu olgu da beraberinde şu konuyu gündeme getiriyor: "Ülkesini terk eden mülteciler aslında can güvenlikleri tehlikede oldukları için değil, daha iyi bir yaşam için kendi ülkelerini terk ederek zengin AB ülkelerine akın ediyorlar".

Bu akını durdurmak için de AB’nin zengin üye ülkeleri, AB sınırlarını çok daha etkin korumak için kendilerine bekçilik yapmasını istediği Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya gibi tam üyelerini çeşitli baskı ve uygulamalarla 'hizaya getirmek‘ istiyor. Bu 'hizaya getirme‘, AB´nin zengin ülkeleri kendi iç huzurlarını, ekonomik refahlarını ve siyasi iç barışını olumsuz etkileyen önemli faktör olarak gördükleri mültecileri kayıt altına aldırma ve böylelikle mültecilerin ayak bastığı ilk AB üyesi ülkede kalmalarını garanti altına almaya dönük bir yaptırımdır. AB’nin bu yaptırımın bir ayağını da Türkiye oluşturmaktadır.


AB zenginlerine sınır bekçiliği görevini üstlenen RTE’ın Türkiye'si, bu bekçiliğin bedeli olarak da, 3 milyar avro maddi destek alacak‘! ve göstermelik olarak AB ile yürütülen sözde ‚tam üyelik müzarekelerine‘ ivme kazandıracak. Ayrıca AB, RTE’ın ,sırf 'Başkanlık‘ uğruna ülke genelinde dinci faşizmi kurumsallaştırarak kendi topraklarında kendi vatandaşlarına yönelik uyguladığı zulümü görmezden gelecektir ve nitekim de gelmektedir. AB’nin, RTE’ın özellikle de Suriye’den akın eden mültecileri Türkiye’de tutarak AB’ne girişlerinin önüne geçmesinin bedeli olarak ülkenin bir çok yerleşim biriminde, 12 Eylül 1980 askeri faşit darbesini aratmayacak düzeyde uygulanan sokağa çıkma yasaklarını es geçmesi ve görmezden gelmesi politikasını, 2016 yılında revize etmek zorunda kalacaktır.

Bundan dolayı yakın bir zamanda Türkiye, RTE’ın 'başkanlık uğruna‘ Türkiye genelinde neden olduğu tahribat gerekçe gösterilerek AB‘nin hedefi haline getirilerek istenmeyen ülke olarak ilan edilecektir. Bu durumda AB, kendi arasında 'dağılıyor muyuz‘ diye yürüttüğü tartışmayı bir kenara bırakarak, RTE’ın Suriye politikasının doğal bir aracı haline getirdiği mezhepçiliğe uygun olarak siyasal İsalam’ın silahlı kanadını oluşturan IŞİD ve diğer çihatçı katiller sürüsüne her yönden destek sunarak milyonlarca mahsum insanın katledilmesine ve AB’ne akın etmesine sebep olduğu için, uluslararası bir mahkemede yargılanmasını masaya yatıracaktır! kamuoyunun dikkatine önemle sunulur.


28 Aralık 2015


2016 yılının dünya insanlığına daha fazla barış ve huzur getirmesini diliyorum