Alman basınında, televizyonlarda ve parti başkanlarının açıklamalarında ifade edilen, güncelliğini sürekli koruyan konuların başında yoksulluk ve zeginlik geliyor.

Başbakan Angela Merkel yaptığı bir açıklamada, Menejerlerin aldıkları maaşları „ölçüsüz“ buldu. (Handelsblatt,22. Mart 2013) Aynı  tarihlerdeki  demecinde, Merkez Bankasının mevcut varlık ve servet göstergelerinde oluşan yeni eşitsizlik durumuna işaret etmektedir.  Peki, adalet hakkaniyet vs.adlı tartışma şimdi neden alevlendi ?

Tartışmaların bu hali ile gündeme gelmesinin tek nedeni gelirlerin eşit ve adeletli paylaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan mevcut mülk ve servetin belli ellerde eşit olmayan büyüklüğe sahip olmasındadır. Merkez Bankası raporlarında görüldüğü gibi 2010/2011 yılı bütçesinde zenginlerin yüzde 10`u, gelirlerin yüzde 58`ne sahiptir. Bu zengin nüfusun da yüzde 10`u  442.000 Euro’ya sahipken,  yüzde 10`un üzerinde yer alan zengin kesim ise yani yüzde 5`i, 661.000 Euro‘ya sahiptir. (Handelsblatt, 22. Mart 2013) 

Bu adeletsiz gelir dağılımı böyle devam ettikçe, Almanya'da yoksulluk giderek daha ciddi boyutlar kazanacaktır. Sermayenin belli ellerde toplanmasıyla, sermayedeki bu büyüme ve birikim, çalışanlara / emekçilere aynı ölçüde yansımadığı için sosyal yaşamlarını olumsuz etkilemekle birlikte daha da kötüleştirmektedir. Zira birinin yoksulluğunun altında diğerinin zenğinliği yatıyor. İşte bu yoksulluğa ve zenginliğe yol açan ise gelir dağılımındaki adeletsizliktir.

Gelir dağılımındaki bu eşitsizlik ürünün / produktün pazarlanmasında/satışında kuponculuk, bonus ve prim vs. başat rol oynuyor. Danışmanlar, Pazarlamacılar bu teşviklerle motive  edilirken, milyonlarca insan yoksulluğun, eğitimsizliğin ve yetersiz beslenmenin pençesinde can çekişiyor ve sorunları çözümsüzlüğe terk ediliyor.

Almanya da gelirin eiştsiz dağılımı yeni bir olgu / fenomen olmamakla birlikte, özellikle 1995‘ lerden itibaren başlatılan özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi ile 2010 `e gelindiğinde ortaya inanılması güç bir manzara / tablo çıkardı. Somut verilerde hareket edildiğinde, bu eşitsizliğin altında yatan olgularida biri de AGENDA 2010 . Agenda 2010 ise hala yürürlükteki yerini koruyor. 

Agenda 2010 ile sermaye birikimine dayalı olarak her yıl artan ölçüde kapasite yenileyen, yatırım yapan sermaye, ücretlerde aynı ölçüde artış gerçekleştirmediğini gösterdi. Sermayenin böyle biçimlenmesi, kapitalist ekonominin bir ürünü değil, aynı zamanda onun gelişmesinin bir koşulu olarak görülmelidir.

SPD Parlamento grup başkanı Frank Walter Steinmeier ile yapılan bir mülakkatta kendisine yönetilen, yeni bir Agenda, yani 2020 daha olacak mı şeklindeki soruya verdiği yanıtta, “Evet, Agenda 2010 çok farklı olmakla..“ başlayan cevapta, kalifeyeli işçi sorununa çözüm bulmak için, yeni bir Agenda‘yı tasarladıklarını dolaylı olarak dışa vuruyor. (Höchster Kreisblatt, 3.Nisan 2013)

2010 yılı öncesi  işsizliğin ekonomi üzerinde yarattığı olumsuzluğu gidermek adına hazırlanıp, yürürlüğe koyulan Agenda 2010 ile yaratılan rezerv , yeni yedek işsizler ordusunun üretimin dışına itilmesi ile sınırlanan emek gücünün yaşadığı ızdırap ve yoksulluğun , Steinmeier`i hiç mi hiç ilgilendirmediği besbelli. İş piyasasını rekabete açmak, ücretleri daha da düşürmek için kalifeyeli işçi derdi sarmış Steinmeier`i . İş piyasına daha fazla iş gücünü çekmekle, yeni bir krizin patlayacağından  herhalde haberi yok.

Emekçiler, ağır koşullarda çalışıp üretirlerken, sürekli zoluk çeken, borç içinde yüzen, temel gereksinimlerini karşılamaktan bile zorlanan ve kirasını ödeyemeyen yoksuların sayısı her gün biraz daha artarken, mutluluk içinde yaşayan azınlık özveride bulunmak istemiyor.