Alman tarihçi, yazar, Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Dr. Nick Brauns, Gülen hareketinin 90’lı yıllardan bu yana Almanya’da faaliyetlerini sürdürdüğünü, bu sırada birçok akademisyenin hareketi öven yazılar yazdığını belirtti ve ekledi:

“Gülen’le ilgili düzenli olarak kitaplar yazan, medya organlarında sıkça yer verilen insanlar olduğunu da görüyoruz. Zaman’ın Almanca çıkan yayınlarında yazan böyle bir sürü akademisyen var ve bunlar yazdıkları köşeler için oldukça iyi para alıyorlar.”

Alman medyasında son günlerde Gülen’e ilişkin eleştirel yazı ve haberlerin daha fazla çıktığını ama buna rağmen Gülen’i ‘kurban’ gösterme eğiliminin de güçlü olduğunu söyleyen akademisyen, bu konudaki bir deneyimini de aktardı.

Brauns’la 15 Temmuz darbe girişimini, Gülen hareketinin Almanya’daki çalışmalarını ve olasılıkları konuştuk.

Sizce Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimine kalkışanların yurtdışından/ABD’den desteği var mıydı?

Ben baştan beri bu bağlantının büyük olasılık olduğunu düşünüyorum. Daha geçen yıl Pentagon’daki muhafazakar kanat, açık bir darbe üzerine tartıştı. Muhafazakar kanadın en tanınmış isimlerinden biri olan Michael Rubin, American Enterprise Institute için yazdığı bir makalede, Türkiye’de yapılacak bir darbenin ABD bilgisi dahilinde olacağını, ABD’nin darbeye karşı çıkmayacağını, Mısır’da Mursi’ye karşı yapılan darbeye gösterdiği gibi bir tavır sergileyeceğini yazmıştı. Bu makale aslında Türkiye’deki darbeciler için de bir nevi olumlama sinyali olarak görüldü. 

Bu tabii ABD’deki bütün yönetim yapısının, Obama’nın kendisinin kesinlikle darbenin arkasında olduğu anlamına gelmiyor; ama yine de ABD’deki bir kanadın bu darbeyle ilgisi olduğunu düşündürüyor. Belki direkt olarak, aktif olarak yer almadılar ama “Siz yapın, eğer başarılı olursanız destekleyeceğiz” diyerek yeşil ışık yakmış olabilirler. Ben darbenin de bu nedenle başarıya ulaşamadığını düşünüyorum.

Bir de tabii şöyle bir şey var: Erdoğan daha önceden, hatta tahminen birkaç hafta öncesinden, böyle bir darbe girişiminin gerçekleşeceğini biliyordu, hazırlıklarını önceden yapmıştı. Gülencilerin listesini hazırlatmıştı, darbe girişimi günü yapılacakları planlamıştı. Sadece darbenin tam olarak ne zaman yapılacağını bilmiyordu belki de. Ruslar ve İranlılar da Erdoğan’a zamanı haber verdiler. Böylelikle saatler öncesinden kendini korumaya alabildi.

Rusya ve İran neden böyle bir şey yaptı?

Darbecilerin Gülenciler olduğunu, onların da ABD’deki aşırı muhafazakar kanada yakın olduğunu düşündüğümüz zaman ortaya şu sonuçlar çıkar: Darbe başarılı olsaydı, Türkiye daha çok anti-Rusya ve anti-İran bir pozisyona geçecekti. Gülen’in nefreti zaten biliniyor. Rusya’daki muhazakarların Gülen karşıtlığı da biliniyor... 

Erdoğan’ın şimdi nasıl Putin’e koştuğunu düşündüğümüzde, gerçekten de böyle bir sürecin yaşandığını kestirebiliriz.

Gülen hareketinin Almanya’da da çalışmaları olduğu biliniyor. Ayrıca küçük bir aramayla Gülen’i olumlayan birçok Almanca kaynağa ulaşmak mümkün... Nasıl oluyor bu?

O halde ilkin, ABD’deki göçmen bürosunun 1999 yılındaki tutumuna değineyim. Gülen, Türkiye’den ABD’ye kaçıp oturum izni için başvurduğunda göçmen bürosu, ona süresiz oturum izni vermek istemedi. O zaman yaptıkları analizde, Gülen’in kendisini bilim adamı, bilgin, büyük bir akademisyen olarak sunduğunu ama aslında yarıda bıraktığını bir eğitiminin olduğunu belirtiyorlar, ayrıca Gülen’in dünya çapında kendisi hakkında pozitif yazı yazmaları için akademisyenleri finanse etmekle tanındığını ekliyorlardı.

Almanya’ya gelince... Somut isim söyleyemem, söylersem büyük ihtimalle mahkemelik olurum ama Gülen’i olumlayan Almanca yazılmış akademik kitaplara baktığımızda, bilimsel olmaktan oldukça uzak olduklarını görürüz. Bu kitapların çoğunda Gülen’den direkt alıntılar yapılarak onun eğitimci, dinler ve kültürler arası diyalog yaratmaya çalışan, barış yanlısı biri olduğu anlatılıyor. Hiçbirinde Gülen’le ilgili eleştirel bir sorgulama yok. Doğrudan “Bu kitapları yazanlar finanse edildi” demek istemiyorum, başka şekilde de yapılmış olabilir. Her akademisyen kitap yayınlamak ister. Belki de Gülen hareketi, akademisyenlerle ilişki kurup, “Gelin, kitap yazın, biz de yayınlanmasında yardımcı olalım” demiştir. Gülen hareketinin akademisyenleri Türkiye’de yaptıkları çalışmaları yerinde göstermek için götürdüğü gezilerin de bir yozlaşmaya yol açtığını düşünebiliriz. Bazı Alman ve Amerikalı akademisyenlerin ne kadar safça yazdıklarını gördükçe, ABD’deki göçmen bürosunun ne kadar haklı olduğunu görüyorum. 

Bunun yanında bir de Gülen’le ilgili düzenli olarak kitaplar yazan, medya organlarında sıkça yer verilen insanlar olduğunu da görüyoruz. Zaman’ın Almanca çıkan yayınlarında yazan böyle bir sürü akademisyen var ve bunlar yazdıkları köşeler için oldukça iyi para alıyorlar.

Yaptıkları etkinlikler arasında Türkiye’deki Yahudilerle ilgili fotoğraf sergisi, klasik müzik konserleri, aile, sağlık, eğitim gibi konularda konferanslar, ABD konsoloslarının, Alman politikacıların katıldığı etkinlikler var. Bunlara dışarıdan bakınca oldukça pozitif bir resim çıkıyor karşımıza, değil mi?

Evet, tam da öyle. Yahudi cemaati ya da bazı Hristiyan dernekler, kültürler arası, dinler arası konularda çalışacak, ilk bakışta antisemitik olmayan bir partner bulduklarını sevinebiliyor. Almanya’da da bu konularda çalışacak açıklıkta bir İslam cemaati neredeyse yok maalesef. Milli Görüş, Selefiler, Müslüman Kardeşler, alternatif olmaktan oldukça uzaklar. Hâl böyle olunca Yahudi cemaati ya da Hristiyanlar, Gülen gibi bu konuda çalışmaya gönüllü birinin olmasına seviniyor. Bu nedenle farklı insanların Gülen hareketi için önce pozitif konuşması normal; çünkü derini göremiyorlar. 

Bakın, Gülen hareketi, bazı Alman entelektüellerini, Anadolu’nun lezzetli bazı yemeklerini yemeleri için davet ediyor. Bu arada bazı halk dansları sergiliyorlar. Aslında dinler ve kültürler arası çalışmalarına baktığımız zaman çok yüzeysel olduğunu görürüz. Yaptıkları şey, Alman entelektüellerine ve politikacılarına sofra kurmak, birkaç dans gösterisi sunmak, genç bir Türk’e Almanca şiir okutmak... Oysa bunların Gülen’in gerçek yüzüyle, realitesiyle hiçbir bağı yok.

Gülen, Berlin’de Protestan iki kilise ve bir Yahudi profesörle birlikte, üç dinin de ibadet yerlerinin bulunduğu bir bina inşa ediyor. İnsanlar dışarıdan bakıp, “Harika, çok iyi, ilerici bir fikir!” diye seviniyor. Yine Gülen’e bağlı ‘Kültürler Arası Diyalog Forumu’na baktığımız zaman yönetiminde Rabina Humulka adında liberal bir Yahudi teologu görüyoruz. Bu da yine Gülen’in bize göstermek istediği yüzü. Türkçe çıkan yayınlarına baktığımızda ise antisemitik, aşırı Yahudi karşıtlığı içeren söylemleri, hakaretleri görebiliyoruz. En azından biz bunları fark edene kadar... Ne zamanki birileri bu ırkçı, antisemitik yazıları görürse, hemen kaldırıyorlar.

Gülen, onunla çalışan her grup için ayrı bir maske takıyor. Aşırı milliyetçi Türklerle konuştuklarında, pantürkist maskeleriyle konuşuyorlar, koyun postuna bürünmüş bozkurt oluyorlar. Avrupa’da ortaya çıktıklarında ise, bizim İçişleri Bakanı Thomas de Maiziére’nin tam da istediği gibi, asimile olmuş bir Müslüman Türk gibi davranıyorlar. Bu nedenle onlara bakarken göstermek istedikleri parlak resimlere değil, gerçek çekirdek ideolojilerine bakmak lazım.

Gülen hareketinin Almanya’daki faaliyetleri, AKP ile arası bozulduktan sonra nasıl bir değişiklik yaşadı?

Başta şunu söylemek lazım: İnanılması zor bir değişim yaşanmadı. Erdoğan’ın Gülen hareketini adalet kurumlarına darbe yapmak ve terörist örgüt olmakla itham etmesiyle beraber, Alman basınında Gülen hareketine eleştiriler biraz arttı. Basın, biraz daha fazla araştırma yapmak zorunda kaldı... Bazı politikacılar, Gülen’in meclislerinde maket olarak kullanılan bazı saf akademisyenler, 2013’ten sonra daha mesafeli davranmaya başladı; Gülen hareketi de bu tarihten sonra daha önce yakaladığı imajı kaybetmemek için forumlarına destek veren isimleri açıklamamaya başladı.

Parlamento’dan bulduğu destekle ilgili bir değişim de yaşanmadı mı?

Aslında esasta değişen şey bu oldu. Biz Sol Parti üzerinden sık sık Gülen hareketiyle ilgili soru önergeleri verdik. Alman hükümeti, bakanları ve özellikle de Ekonomi Bakanı ile Almanya’daki iş adamı derneği, 2013 yılına kadar Gülen hareketinin Türkiye’deki iş adamı dernekleriyle yakın bir çalışma içindeydi. Mesela beraber Enerji Forumu düzenlediler. Mesela, Alman bakan Türkiye’ye gidince Gülen hareketine bağlı iş adamları da bazı ilişkiler sağlamak için birlikte gidiyordu. Bizim verdiğimiz önergelere verilen yanıtlarda Alman hükümeti, bu derneklerin Gülen’e yakın olduğunu bildiğini ama Türk hükümetinin yakın çalışmasından dolayı ilişki kurduğunu belirtiyordu.

Benim şahsen tanık olduğum bir olay var. Berlin’deki Sanayi ve Ticaret Günü’nde Alman hükümetinden ve Almanya’nın Ankara’daki elçiliğinden Alman işverenlere Gülen’in iş adamlarıyla çalışmaları baskısı yapıldı. Konuştuğum bazı insanlar, Gülen’e oldukça eleştirel yaklaşıyorlardı, tehlikeli olduğunu, sahte bir görünüm ortaya koyduğunu söylüyorlardı. Keza Gülen kendisine bağlı işveren derneklerinin yüzlerce üyesi olduğunu söylüyor ama onlara da baktığınız zaman çoğu orta büyüklükte işletmeler bile değil, dönerci dükkanları. Bana bunları anlatanlar, kendilerinin durumun farkında olduğunu ama Alman hükümetinin cemaatle çalışmaları konusunda baskı yaptığını söylüyordu. İşte bu durum, 2013 yılından sonra değişti.

Birkaç ay önce yine Sol Parti üzerindne verdiğimiz soru önergesine cevapta Alman hükümeti, Gülen Cemaati’nin Türk hükümeti tarafından terör örgütü olarak tanımlandığını bildiklerini ama kendilerinin öyle görmediğini; Cemaat’le halen görüştüklerini ve son zamanlarda da Eğitim ve Diyalog Vakfı’yla birçok görüşme gerçekleştirdiklerini ama 2013’ten sonra Gülen’e yakın işverenlerle ekonomik anlamda kooperasyonlarının olmadığını söyledi.

Ne demek oluyor bu?

Ben şöyle okuyorum: Alman hükümeti bir taraftan halen Gülen hareketiyle ilişki içinde, onu halen koruyor ve Türkiye’deki güç ilişkileri değiştiğinde kullanmak için saklıyor; ama Gülen hareketiyle iş alanındaki kooperasyonlarını sıfıra indirdi, çünkü Gülen şimdi hiçbir ticari anlaşma için fayda etmiyor, daha önce kurulan altın ilişkilerini kuramıyor, Alman iş çevresi için rekabeti etkileyecek hiçbir öneri yapamıyor.

Gülen hareketi Almanya’da 2009’a kadar da çalışmalar yaptı, onlarca derneği, kursları, hatta okulları vardı ama ilk defa 2009’da Potsdam Üniversitesi’nde ve ardından Ruhrgebiet’te direkt hareket üzerine konferanslar yapıldı. Neden bu kadar beklendi sizce?

Gülen hareketi, Almanya’da 90’lardan beri aktif. Ama bence en başta Almanya’da kurumlar içinde örgütlenmek istedi ki, tam ayak uydurabilsin. O zamanlar henüz Alman politikasına etki yapma gibi bir önceliği de yoktu. Önce yardımcı kurslar, sonra okullar kurmaya başladılar. Bunlar, biliyorsunuz, Gülen hareketinin kadro kazanmak için kullandığı enstrümanlardı.

2009 yılındaki konferans, sanırım Potsdam Üniversitesi’nin de desteğiyle yapıldı. Orada knedilerini dini motifli bir hareket olarak tanıttılar. Bu konferans, Gülen hareketinin ‘coming out’u (ortaya çıkması) oldu. 

Tabii şunu da söylemek lazım: Gülen hareketinin Türkiye’de de AKP’yle birlik kurana kadar bu denli kamuoyuna açık bir çalışması yoktu...

Alman medyasında 2009’a kadar Gülen hareketiyle ilgili neredeyse hiç haber yok. Bu tarihten 2013’e kadar artıyor ama birkaç sol gazete dışında eleştiren yine yok. Bunu nasıl okuyorsunuz?

Ben 2009 yılında Junge Welt’e Gülen hareketiyle ilgili eleştirel bir makale yazdım. Bence önce sadece Necla Kelek, FAZ gazetesine yazmıştı. Aslında o zamana kadar Gülen hareketi burada hiç gündem değildi; hele hele eleştirel anlamda hiç değildi. Bu tarihten sonra özellikle günlük liberal gazetelerde çıkan yazılar, genellikle pozitifti. Gülen hareketi, diyalog ve eğitim çalışmalarından dolayı övülüyordu.

İlk olarak 2011 yılında Ahmet Şık gibi muhalif gazeteciler tutuklanmaya başlandığında Alman medyasında da Gülen hareketiyle ilgili eleştirel yazılar çıkmaya başladı. Yazılarda Gülen’in doğrudan adı da geçiyordu. Ama bu da geçici bir durum oldu. Sonrasında ilk olarak 2013’ten sonra yine eleştirel yazılar yazılmaya başlandı. Şimdi Alman medyası, hükümet yanlısı muhafazakar medya da dahil olmak üzere, bizim daha 2009 yılında dile getirdiğimiz paralel devlet, devlet kurumlarına sızma gibi olguları dile getiriyor. Şimdiye kadar konu hakkında bilgi almak için beni kaç gazeteci aradı, sayısını bile unuttum. Çoğu, “Biz Gülen’i hep pozitif şeyler yapan biri olarak biliyorduk, işin aslı nedir” diye soruyor. Birçok gazeteci arkadaş, şu anda ciddi anlamda araştırıyor. 

Diğer taraftan tabii yine politik çıkarların rol oynadığını ve bunların da bazı haberlere yansıdğını görüyorum. Bir deneyimimi anlatayım. Geçenlerde ARD’nin Monitor programının redaksiyonu aradı, önce Gülen hareketinin arkaplanı üzerine uzun bir konuşma yaptık. Benden önce de Türkiyeli, Gülen’e eleştirel bakan başka bir solcu gazeteciyle görüşmüşler. Bana, beni televizyonda yayınlanacak programa alacaklarını söylediler. Bir gün sonra ise yeniden arayıp beni programa alamayacaklarını söylediler. Çünkü programa bir bilim insanını almak istiyorlarmış. Ben de onlara, kitabı ve Tarih bölümünde doktorluk unvanı olan birinin bilim insanı özellikleri taşıyıp taşımadığını sordum; üniversiteden birini almak istediklerini söylediler. Daha sonra programı izleyince neden beni ya da sayısı çok az olan Gülen’e eleştirel yaklaşan akademisyenlerden birini davet etmediklerini anladım. Program, esas olarak Gülen hareketini kurban olarak yansıtma üzerine kuruluydu. Programın sonunda camide dövülen, hakarete uğrayan bir Gülen hareketi üyesini gösterip şikayetlerine yer verdiler.

Aslında Almanya’daki medyanın bir kısmının şu anki tavrı bu: Gülen’i kurban göstermek. Hele Monitor programı, herhangi bir program değil, devlete yakındır. Bu da gösteriyor ki, halen Gülencilere bir koruma kılıfı giydirilmeye de çalışılıyor... Sonuç olarak Gülen hareketi de halen burada çalışmalarına devam ediyor. İşte Ercan Karakoyun da, Diyalog ve Eğitim Vakfı’nın başkanı, birçok televizyona ve gazeteye mülakat verdi, Gülen hareketine yönelik suçlamaları reddetti.

Aslında Almanya’nın Türkiye’deki partnerlerinin hepsi sorunlu değil mi? İşte Erdoğan da çok geniş çevreler tarafından diktatör olarak kabul edilen bir kişi. Alman politikası, nasıl davranacak sizce bundan sonra?

Almanya ilkin Erdoğan’la çalışmaya devam edecek. Bunu yapmak zorundalar. Ama şu anda bir yandan Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği ve ABD, Erdoğan’a baskıcı politikalarını değiştirme baskısı yapıyor. Yine Erdoğan’ın kendi ülkesinde, ekonomik krizden ve dışarıdan uygulanan izolasyon politikaları nedeniyle gördüğü bir baskı var. Bence Türkiye, MHP ve CHP gibi muhalefetin de içinde olacağı, tabii HDP’nin olmayacağı, yeni bir hükümetin kurulmasına gebe.

Erdoğan, darbe girişiminden sonra, başkanlık sistemini daha önce düşündüğü gibi kısa sürede yapamayacağını anladı. Onun tabii şu problemi de var: 60 bini aşkın kişiyi bürokrasiden attı. Boşalan yerlere Erdoğan, Kur’an’ı ezbere bilen, mümkünse Arapça konuşan ama hukuk ve kamu yönetiminden bir şey anlamayan kendi imam hatip mezunu üyelerini atayamaz. Tam da bu noktada kapıda on binlerce CHP’li bekliyor. CHP, tabii devlet partisi ve tek isteği yeniden daha önce olduğu gibi devlet yönetiminde söz sahibi olmak.

İstanbul’da yapılan büyük mitingde de gördüğümüz gibi Erdoğan, başkanlık sisteminden bahsetmiyor. Bence kısa süre içinde genişletilmiş bir hükümet kurulabilir. Bu aslında Alman hükümeti, Avrupa Birliği ve ABD’nin de işine gelir. Böyle bir hükümet, Türkiye’de daha istikrarlı bir sistemin oluşmasını sağlayacak, ekonominin gelişmesi için daha destekleyici olacak... Erdoğan, tabii yine gücünü korumak istiyor. Birinci önceliği, Türkiye’deki güvenlik güçlerini kontrol altına almak. Polis, asker ve gizli istihbarattan oluşan güçlü bir güvenlik birimi oluşturup bunu kendine bağlamak istiyor. İkinci önceliği ise kendisi ve ailesi için yolsuzluk ve DAİŞ’i destekleme gibi konularda yargılanmamasını sağlayacak bir dokunulmazlık. Eğer Erdoğan bu ikisini başarırsa, zaten başkanlık sistemine ihtiyacı kalmayacak, şimdiye kadar yaptığı gibi devam edecek, sadece diğer partilere biraz ekonomik pay verecek.

Almanya ve Avrupa Birliği gibi hukuk devleti konusunda Türkiye’ye baskı yapan güçler, Erdoğan’ın gücünün bir kısmını paylaşması durumunda oldukça memnun olacaklar ve onunla yine ilişkiler geliştirecekler. Erdoğan’ın son dönemlerde dış işlerinde değişikliğe gidip ilişkilerini düzeltmeye çalıştığını göz önünde bulundurursak, böyle bir politika değişikliği onun da işini kolaylaştıracak. Türk devleti, sonuç itibarıyla, bağımsız bir devlet değil. Her ne kadar kendini öyle tanıtsa da, ekonomik ve askeri olarak ABD’ye ve Almanya’ya bağımlı bir ülke. Bu ülkeler, biraz daha itaat eden bir Erdoğan ile tekrar çalışmaya devam edeceklerdir. 

Bu durumda Gülen hareketiyle ilişkileri ne olur peki?

Bu, Almanya ve ABD’nin Gülen hareketinden vazgeçeceği anlamına gelmiyor. Ben ABD’nin Gülen’i Türkiye’ye teslim edeceğine de ihtimal vermiyorum. Ya da Gülen’in darbenin ‘başkomutanı’ olduğunu iddia eden bir gizli belge yayınlanmayacak. Almanya da bunu yapmayacak ve Türkiye’ye hiçbir Gülenciyi teslim etmeyecek.

Sonuçta Türkiye’de Erdoğan’ın iktidarı sonsuza kadar sürmeyecek. Onun iktidarı bittiğinde Almanya, yine Gülen’den yararlanmaya çalışacaktır. Çünkü Gülen, aslında Almanya’nın asıl istediği partnerdir. Bu tarihe kadar da Gülen’i korumaya alacaklar. (Yeni Özgür Politika/ Fehmi Katar-Berlin)