Doğan Akhanlı’nın Türkiye’nin çıkardığı kırmızı bülten sonucu İspanya’da gözaltına alınması, ardından TC Adalet Bakanlığı’ndan ilgili dosya iletilinceye kadar Madrid’i terk etmemek şartıyla serbest bırakılması iki yönden önemlidir:

Birincisi: Türkiye’nin ülke dışındaki muhaliflere karşı bugüne kadar serbestçe kullandığı İnterpol baskısının artık eskisi kadar işlemeyecek olmasıdır. Türkiye muhalifler hakkında kırmızı bülten yayınlayarak bunların bulundukları ülke dışına çıktıklarında muhtemel bir tutuklama tehlikesi yaşamalarına zemin hazırlıyordu. Nitekim çok sayıda politik mülteci özellikle Balkan ülkelerinde bu nedenle gözaltına alınmış, yaklaşık 40 günlük tutukluluk süresinin ardından gerek dayanışma kampanyası ve gerekse de iletilen dosyanın kanıt yönünden tatmin edici bulunmaması nedeniyle serbest bırakılmıştı.

Son olayda İnterpol’ün kırmızı bülten ya da uluslar arası yakalama emri konusunda özensiz davrandığı eleştirileri temelinde aynı yolun baskı amacıyla eskisi gibi kullanılamayacağı görülüyor.

İkincisi ve uzun vadeli sonuçları bakımından daha önemli olanı, 1991’den beri Almanya’da yaşayan, önce politik mülteci ardından Almanya vatandaşı olan Doğan Akhanlı’nın hükümet düzeyinde Alman yazarı olarak kabul edilmesidir.

Doğan Akhanlı Türkçe yazıyor, ardından Almancaya çevriliyor ya da yazdığı Almanca düzeltiyor olsa gerektir. Almancayı çocuk yaşta öğrenmeyip daha ileri yaşta hatasız Almanca yazabilmek kolay iş değildir. Bu durumdaki bir yazarın “Alman yazar” olarak kabul edilmesi önemlidir.

Tarihte bu tür örnekler vardır. Milan Kundera Paris’te yaşamaya başladıktan bir süre sonra yapıtlarını Fransızca olarak yazıyordu. Bilmediğim başka örnekler de mutlaka vardır.

Bu durum “göçmen değil Alman” belirlemesinin yakın gelecekte daha da ağırlık kazanacağının göstergesidir. Daha önce göçmen veya politik mülteci olan kişinin Alman, İngiliz ya da Fransız olması tek kimlikli olduğu anlamına gelmiyor; yıllardan beri yaşadığı ülkeyle ilgili kimliğinin ağır bastığını gösteriyor. Kişinin kökeni şöyle veya böyle olabilir. Burada doğan göçmen çocuğu olabilir, evlilik yoluyla göçmen olarak gelmiş olabilir veya politik mülteci kökenli olabilir. Bir ülkede 25-30 yıl geride bırakıldıktan sonra ve hele de o ülkede göçmen kökenlilere yönelik resmi politika da değişiyorsa, bu insanların artan oranda kendilerini Alman –veya Fransız, İngiliz vd.- olarak görmesi kaçınılmaz olacaktır.

30-40 yıl önceki anlayışla insanları ya Türk (veya Kürt) ya Alman (veya İngiliz, Fransız vd.) olarak görmek geçmişte kalmıştır. Küreselleşmenin içinde bulunduğumuz aşamasında iletişim araçlarında görülen büyük gelişmenin de etkisiyle insanlar melez ya da hibrid denilen kimliklere sahip oldular. Yaşanılan ülke kültüründen etkilenmek, hem değişmek hem de onu etkileyerek değiştirmek eskiden de vardı. Şimdi farklı olan yaşanılan yere yönelik kimliğin öne çıkmasıdır, önceki kaybolmamıştır ve muhtemelen hiç kaybolmayacaktır ama geriye düşmüştür.

Buna karşılık “Almanya’da göçmenlere yönelik ırkçılık sona ermedi” gibi bir itiraz yapılabilir ama buradan bir yere varılamaz. ABD’de 400 yıldır yaşayan siyahlara yönelik ırkçılık bulunuyor. Kimse “geldiğiniz yere geri dönün” gibisinden talepte bulunmuyor, çünkü bu talep komik olur, ama yoğun ırkçılık yaşanıyor. ABD’li siyahlar arasında kendisini Afro-Amerikan kimliğiyle tanımlamak yaygın olmasına rağmen durum böyledir. Dışlamanın ve ırkçılığın o topluma ilişkin nedenleri vardır. ABD’deki sınıf mücadelesinin güçlü bir ırkçılık bileşeni bulunuyor.

Almanya’daki Türkiyelilerin göç tarihi ABD’ye siyahların zorla getirilmesine göre epeyce yeni sayılır ve gelişmenin benzer yol izlemesi de gerekmez. Önemli olan Almanlık, Fransızlık, İngilizlik ya da benzerinin gittikçe ağır basmaya başlamasıdır.