Kavramları tartışmak güzel ancak kendi mecrasından, özünden koparmadan tartışabilirsek topluma bir faydası olur. Aksi kısır döngüden başka bir şey değildir. Bunca kıyıma karşın Aleviliğin geçmişten günümüze gelmesinde dedelerin, âşıkların olduğu kadar kadınların da büyük bir rolü vardır. Hele ki yedi yaşından yetmiş yaşına erkeklerin katledildiği bir dönemin olduğu düşünülürse bunun anlam ve önemi oldukça açıktır. Burada sormamız gereken bazı sorular var. Bugün Alevi örgütlenmesi işlevsel midir? Yaptırım gücü var mıdır? Kurumsallaşabilmiş midir? Soruları çoğaltabiliriz.  

Her ne kadar bütün devletler, bazı sivil toplum kuruluşları kadın özgürlük hareketinin ilk adımlarının 1789 Fransız devriminden hemen sonra atıldığını söylese de Fransız Devriminden 400 yıl önce Anadolu’da Kızılbaş adıyla anılan bugün Alevi dediğimiz topluluklar arasında kadın çok ama çok önemli bir konuma sahipti. Bu toplumlarda kadın erkek birlikte çalışıyor, birlikte üretiyor ve ibadetlerini kadın erkek birlikte yapıyorlardı.

Osmanlı’nın kuruluşunda önemli olan “Abdalan-ı Rum”, “Gaziyan-ı Rum”, “Ahiyan-ı Rum” gibi büyük sosyal gruplardan biri de “Bacıyan-ı Rum” yani Anadolu Bacıları’dır. Bunların başında da Kadıncık Ana vardır. Kadıncık Ana, Fatma Bacı ya da Hatun Ana adıyla anılan bu kadının Hace Bektaş Veli ile özel bir yakınlığı bulunmaktadır.

Bununla ilgili Osmanlıların en eski tarihçisi Aşıkpaşaoğlu “Hacı Bektaş, bunların içinden Bâciyân-ı Rûm’u ihtiyar etti, Hatun Ana’yı kız edindi... Nesi varsa Hatun Ana’ya emanet etti. Hatun Ana, Hace Bektaş’ın üzerine mezar yaptı. Abdal Musa geldi bunun üzerinde nice gün kaldı.” şeklinde bilgi vermektedir.

Burada şunu vurgulamak gerekir ki bu kuruluşları Osmanlılar kurmamıştır. Bu kuruluşlar bizzat Osmanlının kuruluşuna destek olmuşlardır. Zira Osmanlı devletinin kurulmasından çok önce de kadınlar toplum içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Dede Korkut masallarında, menakıpnamelerde ve söylencelerde kadınların at binip kılıç kuşandıkları, devletin yönetiminde söz sahibi oldukları ve konumları ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.

Her ne kadar velâyetnâmeye göre Hace Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi Rum Erenlerinden Fatma Bacı’ya malum olsa da velâyetâmeden bağımsız olarak toplum arasındaki geleneksel inanışa ve söylencelere göre, Hace Bektaş Veli’nin gelişi Kadıncık Ana’ya malum olur ve ayağa kalkıp elini göğsünün üzerine koyarak üç kere “Aleyküm selam ya Horasan Pîri” diyerek yerine oturur. Bunun üzerine erenler “Kimin selamını aldın” diye sorarlar. Kadıncık Ana “Rum ülkesine gerçek bir eren geldi sizlere selam verdi, onun selamını aldım” der.

Biz, Aşıkpaşaoğlu’nun ve Velayetnamenin verdiği bilgiler ışığında Kadıncık Ana’nın çok önemli bir kişi, Bacıyan-ı Rum’un da çok önemli bir kuruluş olduğunu anlıyoruz. Alevi yol süreğinde kutsanan ve adına cemler yapılan Abdal Musa’nın Kadıncık Ana’nın öğrencisi olması bile başlı başına bir önem arz eder. 

Yine söylencelerde ve velayetnamede erenler meclisinde bulunan Kadıncık Ana’nın diğer erenlerden daha üstün olduğu açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu bile Fransız devriminden yüzyıllar önce kadının yol süreği içerisindeki önemini vurgulamaktadır.

Antalya Elmalı Tekke Köyü’ndeki Abdal Musa Dergâhının açıldığı günden kapatıldığı güne kadar 366 yıl mutfağındaki ateş hiç sönmediği, gelen herkesin konuk edildiği ve kırk dervişin sürekli hizmet ettiği biliniyor. Bu dergâh kapatıldığında on bin tane koyunları ve binlerce dönüm arazileri varmış. Bunları kadınlar işliyor. Kadınlar üretiyor. Burada bir parantez açmak gerekirse on bin koyunun sağılması, peynir, yağ, yoğurt vs yapılması, yününün kırkılması, yıkanması, ip haline getirilmesi, dokunması bile başlı başına bir olaydır. Kadın üretim içerisinde ne kadar etkin olduğunu gösterir. Üretim içerisinde bu kadar etkin olan kadın elbette karar alma yetkisindeydi.

O dönemde üretimin içinde olan, erenler meclisinde bulunan kadın zamanla yerini kaybetmiş, daha pasif bir göreve çekilmiş olabilir mi?  Bunu söyleyen birçok arkadaşa tanık oluyorum. Daha şehirleşmenin olmadı zamanlarda köylerde yaşayanlar bilirler. Köylerde cemler çok kalabalık olur. Bütün köy halkı gelir. Peki bu kadar kalabalığa koca kazanlarda lokmayı kim pişirebilir? Lokma pişirmek o kadar da kolay mıdır? Aşçılık okullarının olmadığı zamanlardan bahsediyorum. Beş yüz – altı yüz kişiye lokma pişirmekten bahsediyorum. Yaşamın kendi gerçekliğinden bahsediyorum.  Ayrıca kadının mutfakta olması ikinci plana atıldığını mı gösterir? Mesela bizim yöredeki cemlerde lokmayı kadın pişirse bile sofrayı mutlaka erkekler kurup kaldırıyor. Çayları erkekler dağıtıyor. Lokmayı erkekler dağıtıyor, çöpleri erkekler topluyor. Lokma bölüşümündeki adalet gibi diğer işlerin de bölüşülmesi neden sıkıntı yaratıyor anlayabilmiş değilim. Ayrıca kadının lokma pişirmesi, mutfakta olması zakirlik ya da başka bir hizmet yapmasına engel midir? Yetenek ve becerisi varsa neden yapmasın? Hani hizmet Hak için yapılırdı?

Alevi yol süreğine göre Tanrı insanı kendi özünden yaratmıştır. Dolayısıyla Tanrı insanda zuhur etmiştir yani “Allah beni âdemdedir, Allah’ın sıfatı âdemin sıfatıdır.” Bu inanca bağlı olarak toplum her zaman kadın-erkek yüzleri birbirini görecek şekilde ibadet yapmaktadır.  Cemlerde kadın-erkek birlikte cinsiyet farkı gözetilmeden “can” olarak tanımlanır. Can kavramı cinsiyet, makam-mevki, unvan içermediği için oldukça önemlidir. İnanışa göre Tanrı da insanlara kadın-erkek penceresinden bakmaz. Günümüzde pek rastlanılmamakla birlikte değişik yörelerde yapılan cemlerde kadınların, cemleri yürütmek için posta oturdukları ve Zakirlik yaptıkları bilinmektedir.

Alevi inancında dedeliğin, babadan oğula geçen bir kurum olduğu ifade ediliyor. Bu anlamda kimi dedeler “Cem erkânı yürütülmesinde Evladı Resul soy geleneği esas alınması itibarıyla seyitlik geleneği erkek üzerinden devam edip gelmekte olduğundan kadının, inanç icraatı manasında yol ve erkân yürütülmesinde direk rehberlik, pirlik, mürşitlik makamına veya postuna oturmasının mümkün olmadığını” ifade etmişlerdir. Zira Muhammed’in soyunun Fatma ve Ali’den olan çocuklardan devam etmesi yani Muhammed’in soyunun oğlundan değil kızından yürümesi bu anlamda manidardır. Yine tarihte Anadolu’da birçok tekkenin başında kadın şeyh ve dervişlerin olduğu biliniyor. 

Yine yol süreğindeki “Ana” kavramı saygıyı, saygınlığı ifade ettiğinden inanışta “Fatma/Fadime Ana”yı simgeler. Ayrıca Alevi-Bektaşi yol süreğine göre Fatma Ana’nın bereketi temsil ettiğine ve darda kalan kadınların yardımına yetiştiğine inanılır. Bu anlamda kadınlar yardım edilmesi gereken birine yardım ettiklerinde ve bir hasta için iyileştirici bir şey yaptıklarında “Benim elim değil Fadime Ana’nın eli”  demektedirler.  

Öte yandan Hâce Bektaş Veli Dergâhı, 1527 yılındaki Şah Kalender Çelebi isyanından itibaren, 1552 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Sersem Ali Baba’nın atanmasına kadar 25 yıl kapatılmıştır. Sersem Ali Baba, Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Mahıdevran’ın ağabeyidir. Sersem Ali Baba, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Şah Kalender Çelebi ayaklanmasından 25 yıl sonra Anadolu’daki karışıklıklara son vermek, insanları yatıştırmak, belki de bilinçli bir şekilde yolu/yolağı bozmak bölmek amacıyla Hace Bektaş Veli dergâhına postnişin olarak atanmıştır.
Osmanlı’nın, Hâce Bektaş Veli gibi bir yol ulusunun yerine, üstelik de Anadolu’daki en büyük pirlik makamına atama yapması Alevi Kızılbaş toplumu tarafından hiçbir şekilde kabul edilemez bir durumdur.  

Bu atama Hace Bektaş Veli ocağını ikiye bölmüş ayrıca mücerretlik yani bekârlık tartışmasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Pir Sultan Abdal, kadınların ikinci plana atıldığı bu tartışmaya duyarsız kalmamış ve “Bilmem küstah mıdır Adem’e tapan / Adem’in başında gülleri kokan / Dişi kuş değil mi yuvayı yapan / Aslanın dişisi aslan değil mi” diyerek taraf olmuştur.

Yine konar göçer Tecirli aşiretinde her kadının çeyizinde mavi bir feracesi varmış. Kadın kocasından memnun olmadığı zaman başına mavi feracesini takar aşiretin obanın içinde dolaşırmış. Kadının mavi feracesini takmasıyla herkes artık kocasından boşandığını anlarmış. O koca bir daha kadının bulunduğu çadıra giremezmiş. Osmanlının Paşası Ahmet Cevdet Paşa, Tecirli aşiretinin beyi Süleyman Ağa’yı ziyaret ettiğinde onun üzgün olduğunu görmüş sebebini sorduğunda karısının kendisini boşadığını öğrenmiş. Dikkat edilirse kadın tarafından boşanan kişi herhangi birisi değil bizzat aşiretin beyi.

Kadın önemli bir kişi olarak erkeklerle aynı meclise oturan, üretimin her aşamasında bulunan, bir imparatorluğun kurulmasında etkili olan bir konumdan kadın mıdır kız mıdır, hamileler sokağa çıkmasın, kızlı erkekli evlerde kalıyorlar söylemine geldik.

Sadece Şubat ayında 47 kadın öldürülmüş. 14 yıldır binlerce kadına, çocuğa tecavüz edildi. Hace Bektaşlar’ın Yunusların yaşadığı dönemlerde erkek kadın aynı mecliste bulunuyorken, ülkenin, aşiretin yönetiminde söz sahibi iken ne oldu da bu hale geldik? Ne oldu bize? Neden bu hale geldik?

Bu sorunun cevabını Hace Bektaş Veli şöyle veriyor:

“Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır…” 
“Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır…” 
“Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır…”

*****************************************************************************************************************************************

Leyla Akgül kimdir?

1973 yılında Ankara'da doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünü bitirdi. 
 

20 Mayıs 2006 tarihinde Ankara’da düzenlemiş olduğu Anadolu’dan Esintiler isimli şiir dinletisinde kendisine Bahaettin Karakoç tarafından “Karagül”  mahlası verildi. Akdeniz Edebiyat ve Sanat Dergisi’nin Ankara temsilciliğini yaptı. Birçok kitabın editörlüğünü yaptıktan sonra 2013 yılında La Kitap Yayınları’nı kurdu. 
 

Şiir ve çalışmaları; Akdeniz Edebiyat, Gaziantep Tarih Kültür, Mor Taka, Serçeşme, Aykırı Sanat, Kum, Yedi İklim, Lacivert, Ay Vakti, Mavi Çınar, Mavi Çadır, Hayal, Tasfiye, Akademi ve Herfene Sanat dergilerinde yayınlandı. 
 

Halk Bilimi alanındaki çalışmaları devam ediyor. 
 

Pir Sultan Abdal Sözlüğü, 1. Baskı, Ankara 2012; 2. Baskı. Ankara 2014.